Hayrettin Karaman tarafından kaleme alınan ve bugün Yeni Şafak gazetesinde “Birliğin Engelleri” başlığıyla yayımlanan yazıyı ilgilerinize sunuyoruz:
İslâm, birliği farz, tefrikayı ise haram kıldığı için iman, şuur ve ilim sahibi müminler asırladır birliği kurmak, korumak ve tefrikayı önlemek için azami gayret gösterdiler.
Bunların karşısında iki grup var olageldi: Biri dışarıdan, diğeri içeriden.
Dışarıdan olanlar İslam düşmanı mutaassıp kâfirler ile gözünü ve vicdanını dünya, madde ve menfaat kör etmiş olan insan kılıklı canavarlardır. Bunlar ya bâtıl dinlerinin (din adamlarının) sevkiyle veya menfaat saikıyla ara vermeden İslam dünyasına saldırdılar, planlar ve tuzaklar kurdular, fırsat buldukça askerleriyle ve beşinci kol faaliyetleriyle topraklarımızı işgal edip maddi ve manevi değerlerimize el koydular. Dün böyleydi, bugün de böyledir.
Allah Teâlâ mübarek dinine sarıldığımız müddetçe bize yardım edeceğini, üzülmemize ve korkmamıza gerek bulunmadığını çünkü zaferin ve üstünlüğün bizim olacağını müjdelemiş idi. “Allah’ın ipine sımsıkı sarılmamızın” yanında bir de “tefrikaya düşmeyin” buyurmuştu:
“Allah ve resulüne itaat edin, birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenleri sever.” (Enfâl:8/46)
Bu irşadı, bu uyarıyı, bu buyruğu müminler tutup İslam’ın rahmet ve izzetini bütün insanlığın önünde temsil edecekleri yerde kâfirler tersinden uygulayarak istifade ettiler. “Mâdem Allah, bunlar tefrikaya düşünce mağlup olacaklar” diyor, biz de bunu sağlayarak onları zayıflatalım ve amacımıza ulaşalım” dediler, dediklerini de yaptılar.
Peki, içeride neler oldu?
Müslümanların tarihini şöyle bir gözden geçirelim, ne görüyoruz? En büyük zararı Müslümanlar birbirine vermişler. Hz. Osman’dan itibaren olanları hatırlayalım, İslam devletleri arasındaki büyük savaşları acıyla hatıra getirelim en büyük zararı bizim bize verdiğimiz hükmünde şüphe edilemeyecektir. Bu savaşların çoğunda ya iki taraf veya taraflardan biri dini de istismar etmişlerdir, meşru olmayanı meşru göstermek için her çareye (hileye) başvurmuşlardır, ne yazık ki besledikleri bir kısım ulemayı da kullanmışlardır.
İçeride birliği bozan ve tefrikayı körükleyen amiller arasında ırkçılık, mezhepçilik ve tarikatçılık da vardır. Dikkat buyurulsun “ırk, mezhep, tarikat” demiyorum, “cılık, cilik” diyorum.
Beşerin bütün renklerini temsil ve ihtiva eden ümmet içinde elbette çeşitli ırklardan müminler ve himayemiz altındaki gayr-i Müslimler bulunacaktı. İslam kardeşliği rabıtası, ırk, kavim, kabile bağının üstünde tutulduğu ve bu ilkeye göre davranıldığı sürece farklılık zenginlik olacak ve tefrikaya sebep olmayacaktı; ne yazık ki, böyle olmadı, hala da olmuyor.
Müslümanlar dini anlamak, problemlerini çözmek ve kâmil insan (has kul) olma yolunda daha güvenli ve verimli yol alabilmek için alimlere, mürşidlere muhtaç olabilecekti. Alimlerden fetvalar alacak, has kul oldukları sanılan insanlardan da eğitim (te’dîb) göreceklerdi. Ama hoca, mekteb, mezheb, tarikat farkı müminleri tekelciliğe ve taassuba götürmeyecek, tefrikaya sebep olmayacaktı. Böyle olmadı, itikad ve amel mezheplerinde taassup ve tarafgirlik kısmi savaşlara bile sebep oldu. Bazı mutaassıp fıkıhçılar, mezhep değiştirenlerin veya başka mezhepten fetva alanların cezalandırılması gerekeceğine dahi fetva verdiler.
Tasavvufu hakkıyla temsil edenleri tenzih ederek söylüyorum: Mutaassıp ve bölücü tarikatçılar “bizim tarikatımızdan başkası bâtıl, bizim şeyhimizden başkası ehliyetsiz veya sahtekâr” dediler, şeriata karşı tarikat propagandası yaptılar, şeyhlerini uçurdular, Ehl-i sünnet “ilham ve keşfin kesin bigi veremeyeceğini ve vahyin altında olduğunu, vahye göre değerlendirilmesi gerektiğini” açıkça ifade ettikleri halde “şeyhin söylediklerini ve yazdıklarını Allah’tan ve Peygamberimiz’den doğrudan aldığını ve hata etmiş olamayacağını” ileri sürdüler…
Düşman dışarıdan, bizimkiler içeriden ümmeti bugünkü haline getirdiler. İlim ve tahkik yerine cehalet ve taklidi, birlik yerine tefrikayı tercih ettik. Parçalandık, bölündük, birbirimize düştük, sonunda Allah’ın dediği oldu, yenildik, çiğnendik, canımızı ve malımızı korumak için bile kâfire muhtaç hale geldik; yani hırsızı bekçi yaptık.
“Çare nedir?” sorusunun cevabı da kısmen bu yazının içinde vardır; yapılması gerekenler yapılacak, yapılmaması gerekenler, yanlışlar ise terk edilecek vesselam.