Modern dünyada Müslümanlar, kendi asli dinî kaynaklarına uygun bir toplumsal hayat yaşamak ister ve ulus devletlerin baskılarından kurtulmaya çalışırlarken, Batı Aydınlanması'nın vücud verdiği "insan hakları"nın kendileri için koruyucu şemsiye olabileceklerini düşündüler; bunun bir yanılgı olduğu anlaşılıyor.
Yanılgı şuydu ki; Müslümanlar, dinî hayatlarının bu kavramsal çerçevede yer alabileceğini ve Batılıların onları kendi dinî kimlikleriyle insanlık değerini paylaşan eşitler olarak kabul edeceklerini zannettiler.
Batı Aydınlanması'nın temel felsefi varsayımlarına göre tanımlanmış insan, hak ve özgürlük kavramları ile İslam'ın asli dinî kaynakları ve kelamının (ilahiyat) vücud verdiği hak ve özgürlükler birbirlerinden tamamen farklıdır. Şöyle ki:
1) Aklın rehberliğinde "Tanrı'ya ve Efendi'ye", yani dinî öğretiye, Kilise dogmalarına ve mutlakiyetçi idarelere meydan okuyarak tarih sahnesine giren Aydınlanma'nın kendisine hak ve özgürlükler tanıdığı insan "kendi felsefi varsayımları" doğrultusunda tanımladığı insandır. Başka bir ifadeyle, insan hakları ve özgürlüklerin formüle edildiği Batılı felsefi-kültürel iklim, genel anlamıyla dinî evrenin dışındadır, yerine göre dinî öğretiye karşıdır, insanı dinî öğretilerin yönlendirebileceği fikrini reddetmektedir. Bu açıdan bakıldığında insan haklarının kaynağı dinî kaynaklar -mesela İslami bakış açısından Kur'an ve Sünnet- değil, insan aklıdır. Aydınlanmanın yücelttiği veya referans aldığı akıl, insanın dinî öğretinin, mesela vahyin dışında olan akıldır, dolayısıyla hakları ve özgürlükleri olan insan da "din-dışı (laik ve seküler) insan"dır. Bu insanın hakkı dinî öğretiye uymak değil, onun dışına çıkabilmektir. Tercümesi şu ki, din içinde kalan insanın hak ve özgürlükleri yoktur.
2) Eğer şu veya bu dini, aşkın, metafizik, mitolojik veya teolojik kaynakla değil de, salt insan aklı hak ve özgürlüklerin belirlenebileceği ve insanın hak sahibi olmaklığının ölçütü "insan olmanın değerinden türetilmesi" ise bunun da göstergesi "dinî bir vecibeye uyması gerekliliğinden" değil, "uymamasının gerekliliği"nden kaynaklanır. Bu durumda, hak ve özgürlükleri dinî hükümler tayin etmeyecek, anayasalar ve yasalar tayin edecektir. Anayasaları ve yasaları dinî kaynaklar değil, insanlar yapar, o halde neyin hak ve özgürlük olduğuna da karar veren Tanrı, peygamber veya kutsal kitap değil, (din dışı) laik insandır. Laik insan dün hak ve özgürlük saymadığı şeyi bugün hak ve özgürlük sayabilir; sınırlarını genişletebilir, daraltabilir, gerektiğinde ilavelerde bulunabilir.
3) Batılı demokrasiler, özelde AB müktesebatı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) altını çizdiği din ve vicdan özgürlüğü -ki Batılı değerlerin temelidir- Kilise-devlet ayrılığına, dinin kamusal alanı düzenleme iddialarından vazgeçmesi esasına ve giderek ana kültürel-politik sistem karşısında dinin kendini "marjinal, özel ve izafi bir alan"da varolmayı kabullenmesine dayanır. Böyle olunca dinin toplumsal hayatı düzenleme iddialarında bulunması AB ile somutlaşan Batılı değerler sisteminin dışında kalan taleplerdir.
Kaynağı dinî olan hak ve özgürlük talebi ile dinin toplumsal hayatta ve kamusal alandaki görünürlülüğü, bu sistematik içinde kendine yer bulamaz. AİHM'nin neredeyse dinî her talebi reddetmesinin gerisinde bu amil yatmaktadır. Başörtüsü, ikinci eşlerin ve çocuklarının hak talepleri, başörtülü kadınların kamusal görev yapması vb. davalar aleyhte sonuçlanmaktadır. Çünkü mesela başörtüsü takma isteği, "din dışı aklıyla tutum ve davranışlarını belirleyen insanın değeri"nden değil, İslami hükümlerin yönlendirdiği dinî vecibelerden ve bununla bağlantılı davranış normları sisteminden kaynaklanmaktadır.
Batılı paradigmaya göre dinî kaynaklı hak ve özgürlük talepleri "insan hakları"ndan sayılmayınca, geriye bunların "hoşgörü (tolerans)" içinde ele alınması seçeneği kalır. Başörtüsü ve diğer hak talepleri bir "insan hakkı" değil de hoşgörü konusu olunca, o zaman talep sınırlı alanlarda ve laiklerin insafına bırakılmış olmaktadır.
ZAMAN