"İnanmış Bir Mü'min, Sorumlu Bir Şair ve Yılmaz Bir İttihâd-ı İslamcı" başlığıyla sunulan dosyadaki yazılardan biri de Ali Emre'nin "Müslüman Yöneticilerin Kulağına Küpe: Kocakarı ile Ömer Şiiri" başlıklı yazısıydı. Yazıyı dikkatinize sunuyoruz:
Ali Emre / Temmuz Dergisi
Mehmed Âkif şiirinin en önemli özelliklerinden biri de eleştiri ve uyarıya ağırlıklı bir yer vermesidir. Öğüt, ikaz, sakındırma, tavsiye, kınama, teklif ve davet dairesinde değerlendirilebilecek irili ufaklı birçok ayrıntıya rastlarız Safahat’ta. Bu şiirler arasında halkı, toplumu muhatap alanların yanı sıra yöneticilere seslenenlerle de karşılaşırız. Amaçları ve içerikleri gereği hacimli ve çoğu zaman olay anlatımına dayanan, bir öyküsü olan şiirlerdir bunlar.
Tevfik Fikret gibi zaman zaman nazmı nesre yaklaştırmasıyla bilinen Mehmed Âkif, bizzat manzum hikâye diye nitelenebilecek şiirler yazmasının yanı sıra, birçok şiirine hikâye benzeri olaylar, öykücükler, kesitler, meseller serpiştirme yoluna da gitmiştir. Onun eseri narrativ niteliğin yanında dramatik şiire özgü nitelikler de içerir. Bu örneklerde, zamanın koşullarına ve edebiyat algısına bağlı olarak kurmacadan çok tahkiyeye ağırlık verilir şüphesiz. Sanatta sosyal ve ahlakî faydayı da daima dikkate alan Mehmed Âkif’in, klasik hikâyenin esaslarından sayılan olay örgüsü, zaman, mekân, şahıslar kadrosu, bakış açısı, tasvir gibi unsurlara yer verdiği görülür. Hatta daha öncesini de düşündürecek şekilde, kıssadan hisse çıkarma yöntemini de kullanır. Böylece, onun bazı şiirlerinde poetik olanla düzyazıya ait nitelikler iç içe geçer. Şiir biçiminde yazılmış çok katmanlı bir roman gibi okunması da pekâlâ mümkün olan Safahat; dikkatlice bakıldığında manzum hikâyeler, kıssa, fıkra ve anekdotlar, güncellenmiş masal ve efsaneler, tahkiye edilerek sunulan portreler, fabl örneği sayılabilecek metinler de içerir. Güncel sorunları hikâyeleştirerek veren pasajlara, hikmet hikâyelerine, bilinen hikâye ve kıssaları yeni bir yorumla anlatan manzumelere, eğitim konulu anlatılara, diyaloglar eşliğinde kurulan öykücüklere, İslam tarihinden alınan olay merkezli aktarımlara, halk hikâyelerinden türetmelerle oluşturulan parçalara, hikâye biçiminde anlatılan gözlem, hatıra ve maceralara rastlamak mümkündür bu devasa eserde.1
Doğu-İslam edebiyatının önemli yükseltilerini bizzat kendi dillerinden okuyan Mehmed Âkif, Batılı romantiklerin, realist ve natüralistlerin belli başlı eserlerinden de haberdardır. 1901-1908 yılları arasında şiir yayımlamayan şair, I. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Sırat-ı Mustakim mecmuasında parça parça yayımladığı şiirleri, sonradan, Safahat adlı bir kitapta toplamıştır. İlk eseri yalnız bu adı taşır ve eski harflerle ilk kez 1911 yılında yayımlanmıştır. Üzerinde duracağımız Kocakarı ile Ömer şiirini, bu Birinci Kitap’taki “Küfe” ve “Geçinme Belası” başlıklı şiirlerle birlikte düşünmekte yarar var. Bunlar, birçok yönden, bizim şiir tarihimizde fazla benzeri olmayan şiirlerdir. İtikat, içtimaiyat ve iktisat, bu şiirlerde iç içe geçmiş ve bir müminin, muvahhid bir insanın bilinç ve duyarlılığı eşliğinde dile getirilmiştir. Yoksulluk ve adalete dair vurguların, merhamet ve sorumlu siyaset talebinin yan yana iki nehir hâlinde aktığı şiirlerdir bunlar. Dönemin yönetimine / yöneticilerine açık bir itiraz, hücum ve öneri getirmelerinin yanında, halkın Kitap merkezli olmaktan çıkmış itikadına, inanç dünyasına, şirazesini ve değerler dizgesini önemli ölçüde yitirmiş gündelik yaşam algısına ve pratiğine de ciddi ve samimi eleştiriler barındırır.
Çeşitli kitaplarda yer almasının yanında halk arasında da bilinen, “taşları tencerede kaynatan anne” olarak da dolaşıma giren bir anlatıya odaklanmaktadır Kocakarı ile Ömer şiiri. Şiir, 170 mısradan oluşmaktadır.2
Şiirin konu edindiği hikâye, şöyle özetlenebilir: Büyük sahabîlerden Hz. Abbas, karanlık bir gecede dolaşırken müslüman toplumun emîri Hz. Ömer’le karşılaşır. Selamlaşmanın ve hâl hatır sormanın ardından, birlikte bütün mahalleleri, sokakları gezip şehri kolaçan ederler. Şehrin dış mahallelerinden birinde, torunlarıyla birlikte açlık ve sefalet içinde yaşayan yaşlı bir kadının çadırını görürler. Selam verip içeri girerler. İki gündür bir şey yemeyen çocuklar açlık nedeniyle feryat etmekte, kadın da bir köşede, içinde taşlar olan bir tencereyi karıştırıp durmaktadır. Evde yiyecek bir şey yoktur ve kadın, anne ve babaları da olmayan çocukları oyalamaya çalışmaktadır. Gelenlerin kimler olduğunu bilmeyen kadın, çocukların niye ağladığı sorulunca, çektiği sıkıntı ve sefaletten dolayı halifeye lanet eder, beddualar yağdırır. Bu durumdan halifenin haberdar olamayacağı şeklindeki bir mazereti de kabul etmez. Ona göre halife, kendi yönetimi altında bulunan bütün insanların durumu hakkında bilgi sahibi olmalı, onların ihtiyaçlarını karşılamayı bir görev bilmelidir. Bu sözler üzerine çok üzülen ve sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu bir kez daha kavrayan Hz. Ömer, Hz. Abbas ile birlikte hemen hazineye gider. Abbas’ın itirazlarına rağmen, kendisi bir çuval unu sırtlanır. Biraz da yağ alırlar. Hz. Ömer, kan ter içinde kalarak kadının çadırına tekrar gelince çabucak bir ateş yakıp yemek pişirir ve kendi elleriyle çocukları doyurur. Kadına, ertesi gün emarete gitmesini de söyler. Kadın, öğleden sonra emarete gelir. Halifenin, dün gece çadırına gelen adam olduğunu bu sırada öğrenmiş olur. Kendisine maaş bağlanır. Hz. Ömer, kadından kendisini bağışlamasını ister.3
Bu, belki çoğu insanın bildiği bir hadisedir ama bir şiiri ayaklandırarak sunulması, hem zamanlaması hem de içerdiği göndermeler itibariyle manidardır. Şiirin toplumsal karşılığını daha iyi görebilmek, muhataplarını ve bağlamını daha sağlıklı kavrayabilmek için şu ayrıntıya dikkat etmek gerekiyor: Şiirin yazıldığı ve yayımlandığı dönemde, ülkeyi, “istibdat”tan yakınan kitlelerin ve aydınların da desteğini alan ve büyük iddialarla işbaşına gelen İttihad ve Terakki yönetmektedir. Âkif, şiirdeki başka vurguların yanı sıra özellikle toplumun çeşitli kesimleri arasındaki gelir dağılımının âdil olmayışının, yoksulluk ve kimsesizliğin, çaresizlik ve kendi kaderine terk edilmişliğin ortaya çıkardığı problemlere dikkat çekmekte ve devleti yönetenlere -zaman zaman sertleşen bir dille- görevlerini, sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Yaşlı kadının bazı sözleri, devleti yönetenlerin halka nasıl davranmaları gerektiği konusunda güçlü bir ikaz özelliği taşımaktadır. “Ya ben yetîm avuturken, Emîr uyur mu gerek?” dizesinin yanı sıra, yoksulluğun giderilmesi ve halka sahip çıkılması konusunda “gaza”, “cihad” ile meşgul olmak bile yeterli bir mazeret olarak görülmemekte, pervasız bir eleştirel dille küçümsenmektedir:
Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, muharebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş…
“Gazâ! Gazâ!” diye git soy cihânı, gel paylaş!
Âkif, halkın nasıl yaşadığının, ne tür acılar ve sıkıntılar içinde dönendiğinin farkındadır. Mesleği gereği Osmanlı coğrafyasının birçok bölgesini dolaşmış, halkın gündelik yaşamını yakından gözlemlemiştir. Onun bu yerinde belirleme ve çözümlemeleri, şiirlerine gerçekçi ve canlı tablolar şeklinde yansımış, çözüm önerilerinin de isabetli olmasını sağlamıştır. Diğer taraftan, ülke ve toplum sürekli kötüye gitmekte, ardı arkası gelmeyen bir savaşlar dönemi başlamakta, ıstırapların kitleleşmesi fazla bir zaman almamaktadır. Mehmed Âkif, bu sarsıcı ve yakıcı atmosfer içinde başını kuma gömenlerden olmamış; toplumdan yana, ahlakçı ve idealist bir yolu seçmiştir. Diğer manzum hikâyelerinde konuyu kendi döneminden, güncel olay ve kişiler seçerken bu şiirinde tarihe yönelmiştir. Fakat verilen mesajın, çıkarılacak dersin daima güncel ve genelgeçer olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Mehmed Âkif; şiirde geçen yaşlı kadının tavrına ve sözlerine sert fırça darbeleri eklemekte cimri davranmaz. Bunu, şiirdeki iç gerilimi ve dinamizmi artırma eğilimin yanı sıra, yönetim karşısında halkın yakınma ve taleplerinin her halükârda haklı, gerekli ve önemli olduğunu göstermek için yapıyor gibidir. Halka kulak vermek, halkın içinde olmak, halkın isteklerini daima dikkate almak gerekmektedir. Üstelik açlık ve yokluk, başka hiçbir insanî sıkıntıyla mukayese edilebilecek durumlar değildir. Ülkeyi yönetenler en zorlu koşullarda bile bir eli yağda bir eli balda yaşarken, yüz binlerce insan hayatını devam ettirebilmek için bile büyük bir çaba sarf etmektedir. Hürriyet ve adalet vaatleriyle iş başına gelenler, sadece kendi mevki ve ikballerini düşünmekten vazgeçmeli, halkın çağrı ve çığlıklarına kulak vermelidir. Bu bağlamda, Tevfik Fikret’in ünlü Hân-ı Yağma şiiri de akla gelmektedir ki hem Fikret hem de Âkif, II. Abdülhamid yönetimine karşı çıkmış ve fakat yeni yönetimin, İttihad ve Terakki’nin bu konulardaki vurdumduymazlığı karşısında da büyük bir hayal kırıklığı yaşayarak muhalif bir tutum sergilemekte gecikmemişlerdir.
Şiirde, açlıktan bunalan çocukların durumunu insanın içini burkacak derecede ağırlaştırarak vermektedir şair. “-Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…” dizesi, bunlardan biridir. Buna karşılık, kadının gidip halifeye durumunu arz etmemesi de mazur görülmekte, “dilencilik yapmaması”na içten içe bir değer atfedilmektedir. Bu tabloları görmesi gerekenler, yöneticilerdir; durumdan haberdar olmamak bile suçu, kusuru, yetersizliği hafifleten bir mazeret değildir. Nitekim, kadının diyaloğuna en üst perdeden eleştiri ve itirazlar eklemekten çekinmez Âkif ve ona, Hz. Ömer’in kolunu kanadını kıran, şu cümleyi de söyletir: “Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halifenize!..”
Mehmed Âkif, başka şiirlerinde halkın miskinliğinden, tembelliğinden, hurafeler içinde yüzmesinden, Kur’an’a ters kaderciliğinden, her şeye eyvallah diyen uyuşukluğundan sık sık yakınır. Çalışmanın, didinmenin, alınları terletmenin önemini vurgular. Hak aramaya değer atfeder, “yumuşak başlılık” ile “uysal koyun” gibi davranmanın aynı şey olmadığını belirtir. Ancak bu şiirde karşımıza çıkan yaşlı kadından ve küçük çocuklardan bu tür davranışlar göstermeleri beklenemez elbette. Bu durumda şair, şiirdeki eleştirel gerilimi düşürmeye ve dinamizmi başka kişi ve sahneler üzerinden yürütmeye yönelir. Eleştiri, yöneticinin -bütün o sert ve ironik taarruzlara rağmen- anlayışlı, makul ve âdil tavrında sönümlenir. Sorumluluk ve suçluluk duygusu sahne alır. Bu noktada Âkif, okuyucuya öyle bir yönetici, öyle bir Hz. Ömer portresi çizer ki okurken içimiz ezilir. Takdir ile acıma hissi birleşir. Bu ustalıklı manevra, felsefî sözlerle değil, davranışlarla, hareketlerle verilir üstelik. Şiirdeki kameranın yeri, yönü değişir. Kadının ve çocukların çehresi, yerini, büyük bir vicdan azabıyla kıvranan ve artık bir şeyler yapabilmek için çırpınan yöneticiye bırakır. Eksen ve sahne değişir fakat tempo düşmez. Hz. Ömer, kadının sözlerinden etkilenmiş, mesajı almış, “Haklısın, teyze!” diyerek çocukları biraz daha avutmasını istemiş, içi içini yiyerek Abbas’la birlikte dışarı fırlamıştır. Şiirde geçtiği şekliyle “bitik, suçlu, kırgın, nâdim” bir şekilde, ejder misali saldıran köpeklere bile hiç aldırmadan zahire ambarına gidip Abbas’la birlikte alacaklarını almış ve tekrar yola koyulmuştur. Onun bu yaralı hâlini gören ve yükün yaman olduğunu da bilen Abbas, bir ara çuvalı kendisine vermesini istemişse de şu cevabı almıştır:
- Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine aiddir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın, huzûr-ı İlahîde, kimseler Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile.
Bu dizelerde anlatılanlar, bütün yöneticilerin örnek alması gereken tavır ve tutamları dile getirmektedir şüphesiz. Peygamberin bile bazen gerçekleştirmekte zorlandığı şeyler Ömer’den beklenmekte ve fakat o, bunlarda daima haklılık payı bulmakta ve göreve gelmeyi kabul ettiği için önce kendini eleştirmektedir. Bu sırada Hz. Ömer’in ağzından söylenen şu unutulmaz mesaj da şiirde yerini almaktadır:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Âkif elbette kendisi de sorumlu, adaletli, merhametli bir adamdır. Bir tür “sosyal adalet” çağrısı ve “siyaset bilimi” metni olarak da okunabilecek bu şiiri, muhtemelen içinden geçilen zorlu zamanları da gözeterek bir çatışmayla değil, merhamet ve af isteğiyle, güzel bir sonla nihayete erdirmektedir. Toplumsal bir sorun fark edilmiş, çözümü için çaba sarf edilmiş, adalet mekanizması işletilmiş ve gereken dersler alınmıştır. Hz. Ömer, ertesi gün emirlik / halifelik makamına gelen ve maaş da bağlanan kadından kendisini affetmesini istemiştir. Bu noktada artık şiirdeki gerilim, tansiyon da düşmüştür. Vurdumduymazlık değil adalet, çatışma değil birliktelik, kibir ve küstahlık değil merhamet kazanmıştır. Kadının, aslında halkın sesiyle, sözüyle, beklentisiyle, uyarısıyla biter şiir:
- Böyle göster fakat adaletini.
Teknik açıdan bakıldığında şiirin, sözlü gelenekteki kıssa anlatma gerçeğine yakın durduğunu söylemek mümkündür. Mutlu bir sonla bitmesi de anlamlıdır. Mesajları açık ve doğrudandır. Yöneticilere hitap etmesinin yanında halkın hissiyatına tercüman olduğu da rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şair, şiirdeki bazı eleştirilere sanki özellikle bir sertlik, pervasızlık katmıştır. Hz. Ömer’in bile sert sözlerle, ithamlarla eleştirildiğini göstermek istiyor gibidir. Bu durumda, zamanın yöneticileri halkı ilgilendiren konularda ve özellikle de yoksulların gözetilmesi, kimsesizlere ve muhtaçlara sahip çıkılması, sosyal adaletin sağlanması gibi hususlarda daha fazla özen göstermelidir.
Şiirde dizeler mesnevi şekliyle kafiyelenmiş, aruzun iki farklı kalıbı kullanılmıştır. Şiirin ana gövdesini oluşturan uzun dizelerin yer aldığı bölümlerde mefâilün feilâtün mefâilün feilün kalıbına yer verilmiştir ki bu kalıp aruz vezinlerinin en hafifidir; nazmın sesini en aza indiren, düzyazı edasına en yakın, en uygun vezindir. Kısa, kesik dizelere, diyaloglara, ünlem ve soru cümlelerine, nadir de olsa anjambmanlara yer verilerek de anlatım hareketlendirilmiştir.
Kocakarı ile Ömer’de konuşan birden fazla kişi olduğu görülmektedir. Önce bir aktarıcı, anlatıcı karşımıza çıkmaktadır. Bu kişi (şair) baştaki iki dizeyle sunum yapmakla yetinmektedir. Sonra ikinci kişi olarak Abbas konuşmaya, anlatmaya başlamaktadır. Arada kadının, çocukların ve Hz. Ömer’in diyaloglarına, cümlelerine yer verilmektedir. Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda, bir yere kadar, şiirde bir tür çoksesliliğin olduğu da söylenebilir. Bu cümleden olarak şair, şahıslara karşı soğukkanlılığını, mesafeli duruşunu koruyor görünmektedir. Herkesin kendi rolüne uygun bir şekilde konuşmasını sağlamakta, itirazlarını yöneltmesine, kendi sözleriyle kendini savunmasına izin vermektedir. Bu tercihler ve dikkatler bütünü, manzum hikâyeye özgü konvansiyonel kalıpların kısmen esnetilmesine de olanak sağlamaktadır. Duygu açıklamalarının baskın olduğu da yeri gelmişken belirtilmelidir. Nitekim Mehmed Âkif, en gerçekçi ve toplumsal nitelikli şiirlerinde bile bir lirizme ulaşmayı başarmış, coşku ve heyecanı daima hissedilir kılmıştır.
Bu örnekte de görüldüğü gibi Safahat’taki şiirler son çözümlemede çok yönlü bir ıslah anlayışı ile yazılmışlardır. Onların üzerinde yükseldiği iki temel sütun, ahlak ve adalettir. Fakat şiirdeki bu çizgi yeterli sayıda temsilci bulamamış, ne yazık ki kısa bir süre içinde sönümlenmiştir. Yeni devletin istikamet ve uygulamalarını içine sindiremeyen Mehmed Âkif’in yurt dışına çıkması da şiirinin etkin bir şekilde dolaşıma girmesini zorlaştırmıştır. Gidilen yer, daha sonraları başkalarının tercih ettiği gibi, Paris, Madrid yahut Moskova değildir üstelik. Kaderin nasıl bir cilvesidir ki yıllar sonra, onun şiirinden ve manzum hikâyelerinden etkilendiğini açıkça itiraf eden ve Âkif’i sevdiğini, yeri geldiğinde okuyup örnek aldığını söyleyen belki de tek şair Orhan Veli olacaktır. Oysa Safahat’ı belki de en iyi okuyan, kavrayan ve oradaki hikâyeleri -ölçüyü, uyağı da ikinci plana iterek- yeni bir tarzda yazan, çoğaltan, zenginleştiren kişi, Memleketimden İnsan Manzaraları kitabıyla Nâzım Hikmet’tir. Orhan Veli kadar saf yahut açık sözlü davranmayan Nâzım Hikmet, Kurtuluş Savaşı Destanından başlıklı uzun şiirinde Nureddin Eşfak’a “Âkif büyük şair, inanmış adam / fakat onun, ben / inandıklarının hepsine inanmıyorum” dedirtecek ve devamında Âkif’i eleştirmeye, itibarsızlaştırmaya matuf dizelere yer verecektir. Bu kadarcık bir değini ve övgü bile birilerine batmış, fazla gelmiş olacak ki şairin ölümünden sonra yapılan baskılarda, şiirde geçen “büyük şair” sözü de Memet Fuat tarafından çıkarılmıştır.4
Şiirden çıkarılacak ders günümüzde de yerini, geçerliliğini korumaktadır şüphesiz. Bugün de sosyal devlet ve adalet, gelir dağılımı, yokluk ve yoksulluk gibi konular toplumsal yaşamın en çok öne çıkan konu başlıklarıdır. Küreselleşen vahşi kapitalizm yüz binlerce, milyonlarca insanı büyük acıların, çaresizliklerin, trajedilerin kucağına itmektedir. Savaşlar, çatışmalar, diktatörlüklerin yol açtığı sıkıntılar, işsizlik ve göçler, taşeronlaşma eğilimleri, yoksulu ve emekçiyi sürekli ezen pervasız ekonomik politikalar, her geçen gün büyüyen bir sorunlar yumağını çıkarmaktadır karşımıza. Yeryüzünün birçok bölgesinde çaresizce koşuşturup duran ve bazen ölümlerden ölüm beğenmek zorunda bırakılan göçmenler / mülteciler gündemden hiç düşmemekte, sokaklarda yatan ve bir dilim ekmeğe bile muhtaç hâle gelen insanların sayısı sürekli artmaktadır. Gencecik insanlar maden ocaklarında, AVM inşaatlarında, iş güvenliğinden yoksun ağır çalışma koşulları altında ölüme terk edilmektedir. Kocakarı ile Ömer şiirindeki itiraza, eleştiriye, sorumluluk bilincine, vicdana, merhamete, insanî değerler manzumesine olan ihtiyaç bugün de aynı sıcaklık ve şiddetle kendini hissettirmektedir. Kıssa hâlâ orada durmaktadır, hisse ise kendisine kulak verecek kişileri beklemektedir.
Dipnotlar:
1- Safahat’taki şiirlerin hikâye unsurları açısından tasnifiyle ilgili olarak bkz: Şaban Sağlık, Mehmet Âkif’in Şiirlerindeki Hikâye Unsurları, Mehmet Âkif Özel Sayısı, Hece, Nu: 133, s. 362-393.
2- Mehmed Âkif Ersoy, Kocakarı ile Ömer / Safahat, İnkılap ve Aka Yayınevi, 11. Baskı, İstanbul 1977, s. 94-100. (Yazıdaki şiir aktarımları, kitabın bu baskısından yapılmıştır.)
3- Bu hikâyenin bir benzeri, Hz. Ömer’den söz eden bazı eserlerde, Taberî kaynak gösterilerek aktarılmaktadır. Âkif, bir menkıbe özelliği kazanan bu anlatıya şiirinde bazı eklemeler yapmış, gerilimi artırmaya yarayacak şekilde ufak bazı değişikliklere gitmiştir. Bu hususla ilgili olarak bkz: Fazıl Gökçek, Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005, s. 170.
4- Haluk Oral, Şiir Hikâyeleri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 2011, s. 31.