KİROS TABLETİ . Ufak, pembeye çalan bir kil silindir British Museum’daki en kıymetli parçalardan birisidir. Üzerinde çentik şeklinde yazılar olan bu silindir Perslerin efsanevi Kralı Büyük Kiros’a aittir. Silindirde, MÖ 539 yılında Babillileri yenilgiye uğrattığı zaman Kiros’un Babil halkına adalet, merhamet ve yüce gönüllülükle muamele etmeye kararlı olduğu yazılıdır. İşte bu metin, çoğu uzmana göre dünyanın en eski insan hakları sözleşmesidir.
2500 YILLIK MEDENİYET . Gerçekten de İran, 2500 yıl evvel Ahameniş İmparatorluğu ile tarih sahnesine çıkıp Part, Sasani ve Safevi imparatorluklarını kurmuş, Firdevsi, İbni Sina, Farabi, Ömer Hayyam gibi isimler yetiştirmiş; tarih boyunca bilimiyle, sanatıyla çekim merkezi olmuş bir ülkedir. Bunlara 1400 yıl önce eklenen İslam kimliği ve 200 yıl önce eklenen Batı modernitesini de katarsak ortaya bugünkü İran kimliği çıkar.
OBAMA’NIN İTİRAFI . Bu hafta, muhafazakârlar ve reformistler arasında kıran kırana geçen genel seçimler ve ABD Başkanı Obama’nın İran petrollerini millileştiren Başbakan Musaddık’ın 1953’te devrilmesinde ABD’nin rolü olduğunu dair itirafı vesile ederek İran’a bakalım diyorum. Çünkü İran, ileriki haftalarda ele almayı umduğum Garbiyatçılık denilen radikal Batı karşıtı düşünce akımını kavramak açısından kilit öneme sahip.
İran’ın haraç-mezat satılması
Takvimler 1872’yi gösterirken günümüzün saygın haber ajansı Reuters’in kurucusu Baron Julius Reuters, ülkenin ekonomik kaynaklarının işletilmesi yolunda o kadar geniş haklar kazanmıştı ki dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon bile bunu, “Bu, tarihte görülmemiş şekilde bir krallığın tüm kaynaklarının olağanüstü boyutta yabancı ellere teslimi” olarak nitelemişti. Tepkiler bu kadar yoğun olunca ayrıcalıklar gözden geçirildi, sonradan sınırlandı; ancak ülkenin ‘haraç-mezat’ satıldığı şikâyetleri herkesin dilindeydi ve şiirlere bile konu olmuştu. O günlerde bir din adamı, Seyyid Cemaleddin el-Afgani, halkı ayaklanmaya çağırıyordu. Yıllar sonra Ayetullah Humeyni örneğinde de tekrarlanacağı gibi, halkı Şah aleyhinde kışkırttığı gerekçesiyle İran’dan sürgün edilmişti. Halka İstanbul’dan sesleniyordu: “Ey Pers ilinin olgun meyvesi, halkın uyanışı için kuşak kuşananlar! Mahpusluktan, kıyımdan korkmayın; Perslerin cehaletinden bezmeyin! Sultanların kudurmuşluğundan ürkmeyin! Despot hükümetler sarsılıp devrilecek! Sizler de Perslerle saadet arasına girenleri mahvetmeye gayret edin!”
Meşrutiyetin kısa ömrü
Bu çağrıya cevap ancak 30 yıl kadar sonra, 1906 yılında verildi ve Muzaffereddin Şah, feodal dönemden kalma yetkilerinin bir bölümünü halka bırakmaya, kurumlara devretmeye razı oldu. Bu, Batı’da yaygın adıyla İran Anayasa Devrimi, İranlıların deyişiyle İnkılab-ı Meşrutiyet’ti. Ancak bu dönem çok kısa sürdü; zira İngilizler için İran, imparatorluklarının en önemli mücevheri saydıkları, Hindistan’a geçiş kapısıydı. Çıkarlar söz konusuydu ve 20. yüzyılda daha pek çok benzer örnekte olduğu gibi İngilizlerle Ruslar, ülkeyi nüfuz alanlarına bölüp paylaşmak üzere anlaştılar. İngiltere, kısa sürede İran için Rusya gibi bir tehdit haline geldi.
Petrol sahneye çıkıyor
Yıl 1907’ydi. Petrolden pay almak isteyen İngilizlerle Ruslar ülkeyi nüfuz alanlarına bölüp paylaşmak üzere anlaştılar. Batı artık İran’la hem ekonomik değeri, hem de tampon ülke özelliğiyle ilgileniyordu. Petrol kaynaklarının büyüklüğünün anlaşılmasıyla, İngiliz hükümeti İran’la daha çok ilgilenmeye başladı. Özellikle donanmanın başında bulunan Winston Churchill, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkacağı beklentisinden de hareketle gemilerin makinelerini kömürden petrole çevirmek istiyordu; bu da gerekli kaynaklara da erişimi gerektiriyordu. 1914 yılında İngilizler ‘Anglo-İran Petrol Şirketi’nin (bugünkü BP) çoğunluk hissesini, yüzde 51’ini almaya karar verdiler. Bu adım iki devlet arasındaki gerginliği bir sürtüşmeye dönüştürdü. Yıllar sonra bile Churchill, Britanya’nın başına konan talih kuşuna inanamıyordu: “Peri masalları aleminden, en çılgın düşlerimizin ötesinde bir hediye!”
Kaçar Hanedanı’nın sonu
1920’ye gelindiğinde 140 yıldır ülkeyi yöneten Kaçar hanedanı İngiliz ve Rus askerlerinin işgal hareketlerini takiben iyice zayıflamış; ulema ve ordu saflarında yönetimde değişim talepleri ile hareketlenme iyice artmıştı. Değişim beklentisini eyleme dönüştürmek için en uygun durumdaki unsurlardan birisi ülkenin tek düzenli ordu birimi olan Kazak Tugayı idi. Tugay’ın sivrilen komutanlarından Rıza Han yanına siyasetin etkili düşünürlerinin desteğini aldı. İngilizlerin de teşvikiyle 21 Şubat 1921’de 1200 kişilik birliği ile Tahran’ın kontrolünü ele geçirdi. 26 Ekim 1923’te bir adım daha atarak yönetimi tümüyle eline aldı. İki yıl sonra Avrupa'da tedavi gören ve çağrılara rağmen İran’a dönmeyen Kaçar Hanedanı’nın son üyesi Ahmed Şah’ı tahttan indirdi. Rıza Han, kendisine Osmanlıları devirmiş olan Mustafa Kemal’i örnek alıyordu. Atatürk cumhuriyetçiydi, Rıza Han da modern bir devlet başkanının olması gerektiği gibi cumhuriyetçi bir başkan olmak istiyordu; ama ulema, ‘Hayır!’ dedi, ‘İslam devletlerinin monarşi olması gerekir’ dedi. Bu nedenle de 1925’te Pehlevi hanedanı adına Şah Rıza aynen Napolyon’un yaptığı gibi kendi kendisini tahta çıkarmak zorunda kaldı.
Şah’ın ‘Denge Oyunu’
İkinci Dünya Savaşı’na gelirken, Rıza Şah ve İran resmen tarafsızdı ama İngilizlerle Ruslar onu, Nazilere sempati beslemekle suçluyordu. Halbuki Rıza Şah da aynen İsmet İnönü gibi bir ‘denge oyunu’ oynuyordu. Görünen o ki, İran Türkiye kadar başarılı olamadı. Şah’ın Alman sempatizanlığı göze batacak kadar belirgin oldu ve Ruslarla İngilizler elele vererek ülkeyi 1941’de işgal ettiler. Rıza Şah’ın gitmesi gerekiyordu. İngiltere ve Rusya askerleri ülkeyi işgal ederken ona, İngiliz başbakanı Churchill’in deyimiyle ‘onurlu bir çıkış yolu’ sundular; tahtı genç oğluna bırakmak. Rıza Şah Kanada’ya gitmek istediyse de İngilizler tarafından önce Mauritius’a, oradan da Johannesburg’a gönderildi. 1944’de orada öldü.
Rıza Şah’tan sonraki yıllarda, İran’la Batı arasındaki ilişkiler esas olarak ‘siyah altın’ petrol etrafında şekillendi. Dolayısıyla Anglo-İran Petrol Şirketi, ülkenin kaderinde giderek daha etkili bir noktaya geldi. İranlılar ile şirket arasında petrol gelirlerinin nasıl paylaşacağı konusundaki tartışmalar bu yıllarda yoğunlaşmaya başladı. Bu konuda İranlıların önünde bir de örnek vardı. 1944’te Suudi Arabistan’a giren Arap-Amerikan Petrol Şirketi (ARAMCO) petrolün yüzde 50’sinin çıkarıldığı ülkeye, yüzde 50’sinin ise rafineriyi kuran şirkete ait olduğu şekilde adil bir anlaşma yapmıştı. Halbuki Anglo-İran Petrol Şirketi, İran’a neredeyse hiçbir şey vermiyordu. Ve bu, İranlıları haklı olarak çok kızdırıyordu. Dünya Kore Savaşı’nı, ABD ile SSCB arasındaki soğuk savaşı konuşurken, İran’da halk sokaklarda petrolün millileştirilmesi için öfkeli mitingler yapıyordu.
1951’de yılın adamı
ABD’de yayımlanan ünlü Time dergisi 1951 sonunda uzun boylu, uzun-solgun yüzlü, yaşlı bir İranlı’nın ‘yılın adamı’ olduğunu duyurmuştu. Soyu Kaçar Hanedanı’na dayanan, babası da bir zamanlar bakan olan 70 yaşında bir hukukçu ve ülkenin başbakanı Muhammed Musaddık’tı bu adam. Derginin, ‘yaşlı, tuhaf bir büyücü’ diye nitelediği Musaddık bir milliyetçiydi, parlak bir düşünce insanıydı. İsviçre’de eğitim görmüştü, hukuk alanında doktorası vardı. Demokrasiye ve sekülerizme inanan biriydi. Çok iyi bir hatipti. Fiziksel açıdan yaşadığı sıkıntıları, örneğin tartışmalar sırasında sıkça girdiği öfke nöbetleri ve bayılmaları bile kendi lehine çevirmeyi biliyordu. Batılılara göre ‘pijamalarını çıkarmayan ekzantrik bir ihtiyar’dı ama Şiilik ve şehitlik konusundaki görüşleri İran’ın kültürel mirasının bir parçasıydı ve bu görüşler kitleleri seferber etmesini sağlıyordu.
Petrol millileştiriliyor
Nisan 1951’de, Musaddık’ın önerisi ile İran Meclisi Anglo-Persian Petrol Şirketi’ni millileştirme kararı alınca, halk ve aydınlar öylesine coşmuştu ki, Rıza Şah, Musaddık’ı Başbakan olarak atamak zorunda kalmıştı. Ama petrolün millileştirilmesi İngiltere için tam bir felaketti. Çünkü İngiltere’deki her araç, her ev, her fabrika, İran’dan gelen petrole bağımlıydı. Şimdi İranlılar bu petrolün musluğunu ellerine geçirmişlerdi. İçeride ve dışarıda muhalif kuvvetlerin, Musaddık’ı devirmek üzere örgütlenmesi iki yıl kadar sürdü. Bu süre içinde Musaddık’ı devirmek için ekonomik ambargo, limanların ablukaya alınması, Musaddık’ı BM’ye ve Uluslararası Adalet Divanı’na şikâyet etmek gibi her yol denendi ancak başarılı olunamadı. İngilizler bunun üzerine ABD Başkanı H. Truman’dan Musaddık’ı devirmesini istediler. Truman bu teklifi reddetti, çünkü Kore Savaşı, Mc Charty’cilik ve çürümüşlük yüzünden çok yıpranmıştı. Ancak 20 Ocak 1953’te iktidara gelen D. Eisenhower döneminde ibre Musaddık muhaliflerinden yana döndü. Çünkü yeni Dışişleri Bakanı J. Foster Dulles’ın bütün hayatı uluslararası dev şirketlerin avukatlığını yaparak geçmişti. Dolayısıyla Anglo-İran Petrol Şirketi’ni çok iyi anlıyordu!
CIA ajanı bir bavul parayla İran’da
O sırada İran’da da işler iyi gitmiyordu. İranlılar petrol şirketini millileştirerek zengin olacaklarını ummuşlardı ancak tam tersi olmuştu. Abadan’daki dev petrol rafinerisi ve liman ablukaya alınmıştı. 1950’de ülke gelirinin önemli bölümü petrolden gelirken, 52’de petrol gelirleri nerdeyse sıfırlanmıştı. Çünkü Avrupa petrolünün yüzde 90’ını tek başına sağlayan İran, artık kendi petrolüne sahipti ama bunu dağıtıp satacak tankeri yoktu. 1953 yazına gelindiğinde Musaddık kitleleri sokaklarda toplama becerisini yitirmişti. Şah’ın eli-ayağı titriyordu; ne yapması gerektiği konusunda net bir fikri yoktu. Yani koşullar, dışarıdan bir gücün gelip olaylara müdahale etmesine uygundu. (Musaddık’ın İran’da o günlerde etkili olan komünist eğilimli Tudeh (Kitle) Partisi’ni arkasına alması da ABD’deki kaygıları iyice körüklemişti.) Britanya’nın MI6’sı ile işbirliği yapan CIA, 1953 yazında, Kermit Roosevelt adında bir ajanını, yanında birkaç adam ve bir çanta dolusu parayla İran’a gönderdi. (Kermit Roosevelt, eski başkanlardan Theodore Roosevelt’in torunuydu.) Yine aynı ay, Eisenhower ile Britanya Başbakanı Churchill görüşüp, darbenin yapılmasına karar verdiler. Elbette bunun adı darbe değil, ‘İran’ın aklıselime davet edilmesi’ydi!
Batılıların desteğini alan Şah Rıza Pehlevi uzun zamandır yetkilerini hükümete bırakmak konusunda kendisini zorlayan başbakanı Musaddık’ı temmuz 1953’te görevden aldı. Ancak halkın tepkisi sert oldu. Halk kendi köyünde ömür boyu ev hapsine mahkûm edilen Musaddık için sokaklara döküldü çıkan çatışmalarında yüzlerce kişi öldü. Durum, tam kontrolden çıkıyordu ki Amerikalıların ısrarlı tekliflerine nihayet ‘evet!’ diyen Şah’ın, rıza göstermesiyle ağustos ortasında Musaddık’ı tarihten silmeye yönelik operasyon başladı, fakat işler, planlandığı gibi gitmedi, darbe liderleri yakalanınca Şah eşini alıp Roma’ya kaçtı.
Ama oyun henüz bitmemişti, birkaç gün sonra ikinci darbe geldi. Ordudan generallerin düzenlediği, kitlelere gösteri düzenlemeleri için para ödenen ve Batı istihbaratının planlayarak yoğun biçimde desteklediği ikinci darbede, Şah ve Batılı müttefikleri hedefe ulaştı. Başbakanlık binası tanklarla bombalanan Musaddık devrildi, tutuklandı, ‘vatana ihanetle’ suçlanıp yargılandı ve ömrünün son yıllarını ev hapsinde geçirdi.
Beyaz Devrim ve karşı-devrim
Darbenin ardından demokrasi bir kenara itildi; milliyetçi duygularsa dini duygularla harman edilerek sürekli güçlendi. Petrol sektörünü millileştirme hamleleri karşısında başbakanını ‘mat’ eden (ve yabancı petrol şirketlerini ülkeye davet eden) İran Şahı’nın özgüveni yerine gelmişti. ABD’nin koruyucu kalkanı altında ülkesinin kaderini çizmekte daha etkin rol almaya soyunabilirdi artık. Bu vizyonun adı 1963’te konuldu: ‘İnkilab-ı Sefid’ yani ‘Beyaz Devrim!’ Şah’ın baskıcı ve zalim otokratik yönetimine ilk karşı koyuş o yılın Haziran ayında oldu. Öğrenci, kamu görevlisi, aydın, çarşı esnafı ve din adamlarından oluşan halkçı koalisyon, ‘İslam Devrimi’nin ilk kostümlü provasını yaptılar. Ama hareket kanlı şekilde bastırıldı ve dinî kanadı temsil eden İmam Humeyni, ülkeden sürüldü. Humeyni, kısa süre Türkiye’de, Bursa’da kaldıktan sonra Irak’ta Necef’e gitti.
Kültür şoku ve din adamlarının rolü
En önemli muhalifinden kurtulan Şah, artan petrol gelirlerinin rüzgârını da kullanarak ülkeyi süratle, dünyanın en kalkınmış beş ülkesinden biri haline getirmeye soyundu. Bunun için hem ekonominin, hem de toplumun tamamen yenilenmesi gerekiyordu. Kamu kurumları özelleştirildi, feodal toprak yapısı yerle bir edildi, toprak köylülere satıldı. Tüm halkı kapsayacak bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu. Köylere binlerce kişilik eğitim ve sağlık birimleri sevk edildi. Kültür alanında, eğitimde yeni hedefler belirlendi, müfredat baştanbaşa elden geçirildi. Batı tarzı giyim, yaşam, müzik teşvik edildi. Kadın hakları konusunda önemli adımlar atıldı.
Ancak halk, Şah’ın bu vizyonunu paylaşmıyordu. Çünkü gayrı safi milli hasıla artıyor olsa da, çok sayıda insan bundan yararlanamıyordu. Dengeleri bozulmuş kırsal alandan kentlere büyük bir göç yaşanıyor, bu kitleler kentlerde Batılı gibi giyinen ve yaşayan kadınları, erkekleri izliyorlar, kafaları karışıyordu. Yani büyük bir kültür şoku yaşıyorlardı. Böyle durumlarda onlara sadece din adamları ve Humeyni safından kişiler yardımcı oluyordu. Çünkü Şah toplumu yönlendirmekte tek müttefiki olarak gördüğü din adamlarına şehirlerde camiler ve okullar inşa etmeleri, halktan para toplamaları için izin vererek onların elini güçlendirirken, başka hiçbir grubun örgütlenmesine izin vermemişti.
Persepolis törenleri ve sonun başlangıcı
İran’da din adamlarının öncülüğündeki milliyetçilik kabarmaya başlarken ABD’deki Nixon yönetimi, Körfez bölgesinde Sovyetler Birliği’ne karşı hattı korumak için Şah’ı himaye etme eğilimindeydi. 1970’lerde, CIA ve Mossad ajanlarının aktif katkısını alan gizli polis teşkilatı SAVAK ve Evin Cezaevi, birer korku simgesi ve Şah’ın iktidarının maşaları olarak karanlık bir şöhrete kavuştu. Halk baskı altında inim inim inlerken, Şah, bir Rönesans’tan bahsediyordu. 1971’de antik kraliyet başkenti Persepolis’te kurulan aşırı gösterişli çadırlarda, dünya liderleri Şah’a ve ülkesine dair vizyonuna destek vermek için sıraya girmişti. Pers Kralı Kiros’a saygılarını sunan uyrukların devasa rölyefleri arasında Şah’ın İran Devleti’ni, İslam öncesi kimliğiyle taçlandırması başta ulema olmak üzere pek çoklarının tüylerini diken diken etti. Şah bu sırada katlanan petrol fiyatlarından yararlanıp çılgınlar gibi silah satın alıyordu. Ekonomi aşırı ısınmış ve resesyon başlamıştı. Entelektüeller ya sürgünde ya hapisteydi. Modern sanayi; ekonominin temel direği çarşıya zarar vermişti. Toplumdaki huzursuzluklar din adamlarının değişim çağrılarına güç kazandırıyordu. Bu kez Batılı ülkelerin planladığı bir devrim değil, bir ‘İslam Devrimi’ ufuktaydı. Kahramanı da, büyük Ayetullah Seyyid Ruhullah Musevi Humeyni’ydi. (Asıl adı Ruhullah olup, Ayetullah ‘Allah’ın delili’ anlamına gelmekte olup, Şiilik inancında bir mertebedir. ‘Seyyid’ Hazreti Muhammed soyundan geldiğini, ‘Musavi’, 7. İmam Musa el Kâzım soyundan geldiğini, Humeyni ise Kum şehrinde doğduğunu belirtir.)
Başkan Carter’ın rolü
Şah’ın siyasi anlamda sonunu getiren olaylar, ABD Başkanı J. Carter’in döneminde başladı. Carter zeki, sade, dindar bir kişiydi. Şah’a baktığında, kendisi için çok kıymetli olan insan haklarını ihlal eden ve muazzam bir hızla Amerikan silahları stoklayan bir kişi görüyordu. Şah, 1977’de Washington’a gittiğinde, resmî görüşmeler ardından Carter onu kibarca yan odaya alıp, “Majesteleri, halkınız için harika şeyler yapmışsınız; ama içerideki muhalifleriniz karşısında, kendi ülkenizin yasalarına uymanızı da dilerdim” demişti. Şah mesajı almıştı, bu yüzden ülkeye döner dönmez liberalleşmeyi denedi. Meclisteki oturumları halka yayımlamak, basına serbestlik tanımak, pek sevdiği Büyük Kiros’un Pers takviminden vazgeçmek gibi adımlar attı. Ama geç kalmıştı. Bu sırada dünya medyası, 1978’de Saddam Hüseyin’in Necef’ten ayrılmasını istemesi üzerine Paris’in Neuf le Chateau banliyösüne yerleşen Humeyni’nin evine koşuyordu.
Ayetullah Humeyni’nin dönüşü
Milyonlarca kişinin sokaklara dökülüp Şah aleyhinde gösterilere girişmesi uzun sürmedi. Şah vaktinin daraldığının farkındaydı; Ama çaresizlik içindeki “Devrim çağrılarınızı duydum ve kabul ediyorum!” haykırışı, geç kalmıştı ve yanıt bulmadı. Ok, yaydan fırlamıştı; grevler, gösteriler, çatışmalar, cenaze törenleri birbirini izliyordu. Muhammed Rıza Şah’ın yapabileceği tek şey kalmıştı, tatile çıkma bahanesiyle uçağa binip, 25 yıl önce olduğu gibi bir gün geri dönebilmeyi ummak...
1 Şubat 1979’da Tahran’da müthiş bir hareketlilik vardı. Şah Muhammed Rıza Pehlevi, iki haftadır ülkede değildi. Ayetullah Humeyni ve beraberindekiler ise, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda, ülkeye dönüyordu. Uçağa, ‘Tahran Havaalanı’na iniş izni vermemek gibi’ bir son dakika girişimine rağmen Humeyni, 14 yılı aşkın sürgün hayatı sonunda uçağın kapısında görüldüğünde, sevinç, coşku, milliyetçilik ve Batı karşıtlığından oluşan bir rüzgârı arkasına almıştı. Milyonlara varan kalabalıklar onun durgun, sakin, ihtiyatlı tavrı karşısında iyice coşmuştu.
Kum’a gitmekten vazgeçiş
Humeyni Paris’teyken iktidarda din adamlarının rol oynamayacağını söylemişti; “Bizzat ben, Kum’da bir medreseye gideceğim ve yeniden ilahiyat talebesi olacağım” demişti. Tahran’a uçarken, kendisine eşlik eden Le Monde gazetesinin muhabirinin “20 yıllık sürgünden sonra dönerken ne hissediyorsunuz” sorusuna da “Hiçbir şey!” diye yanıt vermişti. Gerçekten de Humeyni ve yandaşlarının Paris’te hazırladıkları ‘anayasa taslağı’ denilebilecek metin gayet demokratikti, ancak ekibin fikir değiştirmesi çabuk oldu. Bunun nedenini kestirmek zor. Belki de demokrasi söylemi başından beri iktidara el koymanın bir aracıydı. Belki de İran’a geldiklerinde demokratik kuvvetlerin aslında ne kadar zayıf ve dağınık olduğunu görmüşlerdi ve devrimlerinin yoldan çıkmasını istemediler. Bunun üzerine, demokrasiden çark edilerek tüm yetkileri Humeyni’nin elinde toplayan yeni bir taslak yazdılar. Humeyni de bunu kabul etti. Belki de, Kissinger’ın dediği gibi iktidarın tadını almıştı. Gerçekçi olmak gerekirse Humeyni devrimin gerçek sahibiydi ve devrimini sapmalardan korumak istiyordu. Bunun için de halkla bağlarını sağlamlaştırması gerekiyordu. Bunu da İran’daki din adamlarıyla iyi bağlantılar kurarak yapabilirdi; çünkü bazı tahminlere göre İran’da, 160 bin din adamı bulunuyordu. Sadece Tahran’da, altı bin cami vardı. Bu, her camideki din adamı, arkasında en az 100 kişi getiriyor demekti. Aydınlarınsa sokaktaki halk arasında böyle bir tabanı yoktu. Böylece dünyanın en uzun süren monarşisi tarihe gömülürken, komünist Tudeh Partisi’nin ‘cumhuriyet’ fikri, ‘İslam Cumhuriyeti’ne tahvil edildi.
ABD Tahran Elçiliği’nin işgali
Devrimin ilk yılı tamamlanmadan, ülkenin yeni anayasasını hazırlama, ilk cumhurbaşkanını seçme hazırlıkları yapılırken dünyanın gözleri yeniden İran’a döndü. Kasım 1979’da, ömrünün son aylarını geçirmekte olan devrik Şah, kanser tedavisi görmek üzere ABD’deyken ABD’nin kötü ünlü Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, İran’da yeni kurulan geçici hükümetin ılımlı başbakanı Mehdi Bazergân’la görüşüyordu. İranlı öğrenciler (iddiaya göre aralarında şimdiki Cumhurbaşkanı Ahmedinecad da vardı), Başbakan’ın davayı satmasından, dahası Şah’ı geri getirecek bir karşı devrim düzenlemesinden korktular ve 4 kasımda Amerikan elçiliğini işgal ederek 66 kişiyi rehin aldılar. (Eylem, iç ve dış koşulların iç içe geçmesiyle ve Humeyni’nin verdiği destekle uzun bir krize dönüştü. Dünya televizyonları tam 444 gün boyunca gözlerini iri iri açmış, sokaklarda “Amerika’ya ölüm!” diye bağıran, Amerikan bayrağını yakan İranlıların görüntülerini yayımladı. Kriz sırasında Humeyni muhaliflerini birer birer tasfiye edip rejimi radikalleştirirken, Reagan yönetimi, İran’ı dünya çapındaki terörizmin beşiği ilan etti. 1980’e gelindiğinde İranlı mollalar ‘Irak’ta devrim!’ diye bağırırken, Saddam Hüseyin de, İran’ı vurmak için iyi bir zaman olduğunu düşünüyordu. 8 yıl süren ve bir milyondan fazla insanın ölümüyle biten galibi olmayan İran-Irak savaşından sonra olanları anlatmaya yerimiz yetmez ama şunu söyleyebiliriz: İran İslam Devrimi, demokrasi ve insan hakları açısından tam bir hayal kırıklığı oldu.
Bir zamanlar Ayetullah Humeyni’nin danışmanı ve İran İslam Devrimi sonrası dönemin ilk Dışişleri Bakanı olan, şimdi ise rejimin muhalifleri arasındaki İbrahim Yazdi şöyle demişti: “Hiç kimse, 1979 devriminin nihai sonucunun ne olacağını bilemez; bu, devam eden bir süreç. Biz İranlılar, ülkemizin er ya da geç demokratik bir devlet olacağına inanıyoruz.” Ancak Obama’ya gelinceye kadarki Batılı liderler bunu beklemeye hazır görünmemişlerdi. ‘Aslında ne yapılması gerektiğini’ Nobel Barış Ödüllü, İranlı Avukat Şirin Ebadi’den dinleyelim: “Batı’nın, İran’da demokrasinin serpilmesi için yapabileceği en iyi şey İran’a yönelik bir saldırı yapmamak, bombalar yağdırmamak olur; hatta askerî bir saldırı tehdidi bile demokrasi önünde engel yaratacaktır. Zira İran hükümeti ulusal güvenliğe yönelik bu tehdidi, özgürlük taraftarlarını susturmak için bahane olarak kullanabilir. Özetle, demokrasi ve insan hakları ancak barış ve sükûnun hâkim olduğu bir ortamda tesis edilebilir; karışıklık yaratarak değil.”
Kaynakça: Ervand Abrahamian, Humeynizim. (Çev: Mehmet Toprak), Metis 2002; Jahangir Amuzegar, Dynamics of the Iranian Revolution: The Pahlavis’ Triumph and Tragedy, State University of NewYork Pres 1991; Houchang E. Chehabi, Iranian Politics and Religious Modernism: The Liberation Movement of Iran Under Shah and Khomeini, NewYork: I.B. Tauris 1990; Mansoor Moaddel, Class, Politics, and Ideology in the Iranian Revolution, Columbia University Press 1993; Stephen Kinzer, Şah’ın Bütün Adamları, İletişim 2004; Neil MacCharty ve John Tusa’nın hazırladığı ve Sevi Sarıışık’ın Türkçeye uyarladığı BBC’de 27, 28 Şubat, 6, 7, 13, 14, 20, 21 Mart 2007 tarihlerinde yayımlanan program. (Program kayıtlarını kâğıda döken okuyucumuz Celal Sancar’a teşekkür ederim.)
TARAF