Taha Kılınç, Yeni Şafak gazetesindeki yazısında BAE’nin İslam dünyasındaki fitnelerini yorumluyor:
Dışişleri Bakanlığımız, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) direkt biçimde Türkiye’yi Libya’da “işgalci” olarak gösteren küstah açıklamasına mukabelede bulundu. Bakanlık Sözcüsü Hami Aksoy tarafından paylaşılan cevapta, özetle şöyle denildi: “BAE’nin yaptığı, darbecilere her türlü desteği veren bir ülkenin ikiyüzlü siyasetini gizleme teşebbüsüdür. BAE sadece Libya’da değil, Yemen, Suriye ve Afrika Boynuzu dâhil tüm bölgemizde uluslararası barış, güven ve istikrarı tehdit etmektedir. Somali’de terör örgütlerini desteklemekte, Yemen’de ayrılıkçı çatışmaları körüklemektedir. BAE, haddini bilmelidir.”
BAE’nin uluslararası arenadaki tahrip ve ifsat edici rolü, İslâm coğrafyasını yakından izleyenlerin zaten bildiği bir husustu. Bunun şimdi resmî ağızdan da teyit ve tekrar edilmiş olması, anlamlı. Ancak BAE’nin faaliyetleri elbette Bakanlık açıklamasında sıralananlardan ibaret değil. Resmî bir beyanda -her şeye rağmen diplomatik bir nezaket içinde- dile getirilebilenlerden çok daha fazlası, sahada mevcut. CIA’vari işkence merkezleri, Bosna Savaşı’ndaki gibi tecavüzün silah olarak kullanılması, sivillerin hayatını hedef alan bombalı saldırılar, uygulanan veya yataklık edilen siyasî suikastlar, sahneye konulan veya girişimde bulunulan askerî darbeler ve daha fazlası… Gerçek bir “şer odağı” ile karşı karşıyayız.
Dışarıda bakıldığında “BAE’nin eti-budu nedir ki?” denebilir. Gerçekten de, temelde turizme ve finans işlemlerine dayalı ekonomisiyle, Arap dünyasında öne çıkmış herhangi bir tarihî ve kültürel vasfının olmayışıyla ve yakın geçmişteki “yedek oyuncu” görüntüsüne bakınca, BAE küçümsenebilir. Hatta coğrafyamızdaki yıkıcı rolüne dair çizilen tablo, “komplo teorisi” gibi görünebilir. Ancak öyle değildir. BAE, yalnız ve kendi başına hareket etmiyor. Emirliğin kurucu lideri Şeyh Zâyed bin Sultan’ın 2004’teki ölümünden sonra yerine geçen oğlu Halîfe, 2014’te geçirdiği ağır felç sonucu bütün görevlerini kardeşi Muhammed bin Zâyed’e (kısaca: MBZ) bırakmıştı. İşte bu, BAE açısından yakın tarihin dönüm noktası oldu. Ağabeyi adına zaten birçok fiilî yetkiyi kullanan MBZ, “veliaht prens” olduktan sonra, ipleri tamamen ele aldı. Aynı anda ABD, İngiltere, Rusya, İsrail, İran ve Mısır’la derin ilişkiler geliştiren MBZ, tüm bu ülkelerin Ortadoğu’daki operasyonlarına çeşitli boyutlarda iştirak etti. 2013’te Muhammed Mursi’nin devrilmesinden 2016’da Türkiye’deki darbe teşebbüsüne, sayısız işte MBZ’nin imzası ve katkısı vardı. Keza, 2017’de Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman’ın veliaht prenslik pozisyonuna yükseltilmesi ve Katar’a başlatılan abluka da yine bir MBZ operasyonuydu.
MBZ’nin birlikte çalıştığı odaklarla buluştuğu ortak payda şu: Hepsi de sahada aktif, kararlarını kendisi veren, adaletin tesisine odaklanmış bir Türkiye’den ölesiye ürken ülkeler.
***
MBZ ve BAE söz konusu olduğunda, inceden inceye yürütülen bir başka faaliyet daha var: Yeni bir din dili ve zihin dünyasının inşası. “Siyasal İslâm’la savaş” adına İslâm’ın siyasî sahadaki bütün iddia ve tekliflerinin altını oyan bu faaliyetler bütünü, bana sorarsanız, BAE eliyle yürütülen projelerin en tehlikelisi. Çünkü Müslüman toplumların düşünmesini, alternatif üretmesini ve dünya düzenine karşı çıkışlar yapmasını imkânsız hale getirmeyi amaçlıyor.
Daha önce de çeşitli vesilelerle değindiğim bu kritik konu, bilâhare müstakil bir yazı olarak yazılmayı hak edecek kadar önemli.
***
“Mürüvvet” (ya da alternatif telaffuzuyla: Murûet), eskiden Arapların çok kıymet verdiği bir hasletti. Türkçe’ye kısaca “adamlık” olarak çevirebileceğimiz mürüvvet, sahibine “düşmanına karşı bile olsa adaleti gözetmek”, “kendisine sığınanı himaye etmek”, “kan dökülmesi yasak olan zaman ve mekânların hürmetine riayet”, “sözünün eri olmak”, “misafire izzetu ikram” gibi hasletleri kazandırırdı.
Mürüvvet ehli, tam tersi örneklere rağmen, İslâm öncesi Arap toplumunda sıkça karşılaşılan bir insan tipiydi. Bunlardan bazılarının oluşturduğu “Hilfu’l-Fudûl” (Erdemliler İttifakı), gençliğinde bizzat Hz. Peygamber’in de iştirak ettiği, yıllar sonra Medine’de sözü geçtiğinde “bugün olsa yine katılacağını” ifade buyurduğu bir “iyilik harekâtı” ve mürüvvet misaliydi. Bilindiği üzere, Hilfu’l-Fudûl, As bin Vâil’in Mekke’ye mal getiren bir tüccara olan borcunu ödememesi üzerine, bizzat Mekkelilerin kurduğu bir hak arama-adaleti tesis mekanizmasıydı.
MBZ’nin şahsında, bugün Arap dünyasına hâkim kılınmaya çalışılan Câhiliye zihniyetine bakınca, şu soruyu sormamak imkânsız: Mürüvvet ehli nerde?