Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî konusuna geçmeden önce birkaç noktaya değinmek gerekiyor:
1-Tayyîb Erdoğan, geçen yıl, ’Suriye, Türkiye’nin iç mes’elesidir..’ derken, bugünleri de gözönüne getiriyor olmalıydı.. Bazıları ise, Amerika’nın isteğine göre hareket edildiğini sanıyor hâlâ.. Halbuki, Amerikan emperyalizmi de, Avrupa Birliği de, Türkiye’yi frenlemeye çalışıyor, Türkiye’nin, akmakta olan korkunç kana bir çare bulunması için dile getirdiği taleblerine, ’hayır!’ diyorlar.. Çünkü, onlar için önemli olan, kendileriyle işbirliği yapacak muhalif odakların güçlü şekilde ortaya çıkması.. Ama, onların bu beklentisi bir türlü gerçekleşmiyor ve İslamî eğilimle kadroların öne çıkacağı endişesi hâkim...
Suriye’yle 910 km.lik sınırı olan bir Türkiye, elbette ki, oradaki yangının kendisine sıçrayacağının endişesini de taşıyordu.. Nitekim, hemen bütün Kuzey Suriye bölgesi, Suriye rejimiyle çeyrek yüzyılı aşkın zamandır sıkı bağları olan PKK’nın daha bir etki alanına girecekti..
Nitekim, son aylarda daha bir artan ve asker-sivil düzinelerce ’vatandaş’ın, insanın ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırılar, Şemdinli ve Beytüşşebab gibi ilçeleri ele geçirme çabaları bunun işaretleri..
Bu kasabalar ele geçirilirse, sivil yerleşim bölgesi olduklarına bakılmaksızın; Beşşar Esed’in Suriye’de yaptıklarını Erdoğan da Türkiye’de yapacağı, her tarafı bombalayacağı sanılıyor; 1937’de M. Kemal’in Dersim’de yaptığı ve 1985 -99 arasında da Evren ve Demirel dönemlerinde yapıldığı gibi..
Böyle bir oyuna Erdoğan da gelirse, kendi değerlerine, kendi dünyasına ihanet etmiş olur.
Bir örnek zerkedelim.. İran Kürdistanı’nda Bukan diye bir şehir var.. O şehir ve çevresi, 8 yıllık İran-İrak Savaşı’nın başında, marksist kürdçü grupların eline geçmişti.. Ama, oraya yıllarca dokunulmadı, sivil halk zarar görmesin diye.. Sadece kuşatılmakla yenildi.. Sivil halk gizlice kaçabildi.. Savaş bitince de, mes’ele kendiliğinden çözüldü..
Yani, böyle bir yöntem de vardır..
2- Beytüşşebab’da 2-3 Eylûl gecesi bir kanlı baskın daha sahnelendi.. Gecenin karanlığında, muhakkak ki yöreyi iyi bilen kimselerden 70-80 kişilik bir grup, ilçenin en hassas resmî bölgelerine uzun menzilli silahlarla ve roketlerle saldırdı.. Güvenlik güçleriyle, saldıranlardan onlarca kişi daha hayatını kaybetti.. Bir açıkgöz kişi, ’Beytüşşebab kaymakamı, saldırıyı anlatıyor..’ diye, 20 sene önceki Beytüşşebab Kaymakamı’nın, 2008’lerde yayınladığı kitabından bölümleri aktardı; en sonunda da, o bilgiyi bir cümleyle vererek..
Uludere- Roboski’deki facia üzerine, aylardır bir düşmanlık heykeli dikmeye çalışanlardan yine ses yok, geçenlerdeki Şemdinli Baskını’nda olduğu gibi..
O zaman da, 300 kadar PKK’lının, doçka denilen ağır silahları bile katırlarla taşıdıkları tepelerden saldırdıkları bildirilmişti.. Şimdi ise, 7-0-80 kişi oldukları belirtiliyor.. ’İHA (insansız hava araçları) ve skorsky’ler niye kalkmadı?’ diye soruluyor..
Bu konuyu Ankara’daki bir kumandan arkadaşla yazışırken, aynı soru gündeme geldi.. ’Uludere’de olduğu gibi, gelenler yine kaçakçı sanılmış olabilir.. Hesaba çekilmektense, üzerine yatmışlardır..’ şeklinde, ironik ve kinayeli bir karşılık verdi..
Sahi, gecenin karanlığında o sınır mıntıkalarında siz olsaydınız, öyle bir şüpheli gözlem halinde nasıl davranırdınız?
3- BMM Başkanı Cemil Çiçek, ’Vatandaş Cemil Çiçek’ olarak, 11 maddelik, bir deklarasyon ile, ’teröre karşı ulusal mutabakat’ inisiyatifi başlatmış.. Bir takım, ’olmalıdır ve olacaktır..’ gibi temenniler ve bir yerlere direktif verircesine beyanlar..
Bildirinin türkçesi bile problemli, tutarsız bir ifadeler..
’Örgütler silahları bıraksın.. / Partiler üstü yaklaşım şart../ Herkes şiddete karşı çıkmalı..’ gibi temenniler yanında, ’Güvenlik güçleri geliştirilecek../ Yeni anayasa hazırlanacak../ Güneydoğu kalkındırılacak../ Uluslararası destek sağlanacak../ gibi vaadler..
Cemil Çiçek, 25 yıl öncelerde Bakan iken, Başbakan Özal’ın, ’GAP Tv.sinden günde iki saat kürdçe yayın yapılsa n’olur, kıyamet mi kopar?’ gibi önerilerine karşı çıktığını, kabul edilemezliğini söylediğini samimiyetle itiraf ediyor ve ’Özal haklı çıktı..’ diyor..
Çiçek’in önerilerinde yeni bir şey yok..
Ama, Çiçek’in yapmaya çalıştığı şey, öyle geliyor ki, Leylâ Zana’nın yaptığını tekrarlamak, âdetâ, bir rol çalma hevesi..
*
Leylâ Zana, kendi dâvası ve ideolojisi yönünde bir çok çetin merhalelerden geçmiş, ağır bedeller ödemiş bir isim olarak, sonunda, ’Ben Kürd Mes’elesi’nin güçlü bir lider tarafından çözülebileceğine ve bunu da ancak Tayyîb Erdoğan’ın başarabileceğine inanıyorum; ona bu konuda olan inancımı hiç yitirmedim..’ kabilinden sözler söyleyince, BDP ve PKK tarafından eleştirildi ve âdetâ nisyana, unutulmuşluğa terkedildi..
Zana, Erdoğan’la bir görüşme yaptıktan sonra, dile getirdiği konuları açıklayınca, BDP’liler, ’Yahu, onun Başbakan’a söylediğini açıkladığı hususları biz de BDP ve daha önceki partilerimiz olarak yıllardır söyleyip duruyoruz, yeni bir şey yok..’ diyerek sulandırmaya çalıştılar, ama, onlar da biliyorlardı kı ki, onların yıllardır söyledikleri ile aynı olsa bile, Zana’nın tek başına bir inisiyatif kullanması ve onların yıllardır söylediklerinden çok daha fazla etkili idi ve herhalde, gelecekte de etkisi olacaktır. Ama, BDP cebhesinde Zana’nın o hareketi bir çatlak meydana getirmiş olarak değerlendiriliyor ki, bu da olabilir..
Şimdi, Cemil Çiçek de, Zana gibi davranmak istercesine bir inisiyatif geliştirmeye kalkışıyor, amma, Meclis Başkanı sıfatıyla değil de, ’Vatandaş Cemil Çiçek’ olarak hareket ettiğini ileri sürüyor.. Öyle bir gücünün olduğunu sanıyor olmalı..
Halbuki, o geldiği makama güç veren değil, gücünü makamından alan birisi.. Kendisi, ’Vatandaş Cemil Çiçek’ olarak dese de, gücünü Meclis Başkanlığı’ndan ve 30 yıla yaklaşan siyasî hayatı boyunca rejimin derin güçleriyle varolduğu ısrarla söylenen derin işbirliğinden alan birisi olduğunu kendisi de biliyordur herhalde.. Keza, ’Vatandaş Cemil Çiçek’ olarak, Zana’nınkine benzer bir ağırlığının olmadığını herhalde bilir- bilmelidir..
Kaldı ki, söylediklerinin hemen tamamı, yıllardır kendi partisi tarafından da tekrarlanan bir takım görüşlerin cilâlanmış şekli..
Kezâ, Cemil Çiçek, bu hareketiyle, başta Erdoğan olmak üzere, kendi partisinden de hemen hiç kimseyi ikna ve cezbedemediği gibi, karşı tarafta da bir ilgi uyandıramamış; boşa kürek çeken birisi durumuna düşmüştür..
4- Van’da 18 Ekim 2011’de meydana gelen depremin felaketzedeleri için yapılan TOKİ evlerinden 3 bin küsuru, 4 Eylûl günü, kur’a çekilişiyle hak sahiblerine verildi..
Hazırlanan platformada, iki fotoğraf göze çarpıyor.. Birisi, Erdoğan’ın fotoğrafı..
Kocaman..
Erdoğan’ın buna ihtiyacı var mı?
Öteki resim üzerinde ise, durmaya bile gerek yok.. Bu törenle ne ilgisi varsa.. 90 yıldır, her yerde tek resim, tek büst, tek heykel..
Geçen hafta, Kastamonu’da da bir tören vardı..
M. Kemal’in Kastamonu’ya gelip, başına şapkayı geçirdiği ve -bugün köylülüğün alâmetine dönüşen- şapka giymeyi medenî olmanın şartı zannettiği ve öyle gösterdiği gösterdiği günün yıldönümü imiş.. Şehrin bütün mülkî ve askerî erkânı ve şapkalı halk kitleleri oradaydı. Tabiatiyle, resimler, büstler, bayraklar da.. Nutuklar çekildi..
Ama, kimse, M. Kemal’in Kastamonu gezisini ve milletin başına -börk geçirmek deyimine uygun şekilde- şapkayı zorla koyarak yaptığı‚ o büyük ve ’şanlı-kanlı’ şapka devriminin gürültüleri arasında, milletin başına nasıl bir börk geçirildiğini hatırlayamadı..
Evet, Lausanne (Lozan) Andlaşması’nda, ingilizlerle karara bağlanamıyan ve halli daha sonraya bırakılan Musul eyaletinin geleceği üzerinde, İngiltere o zaman M. Kemal’e bir ültimatom vermiş, Musul eyaletindeki askerlerin 48 saat içinde çekilmemesi halinde, bunun savaş sebebi (latincedeki deyimiyle, CASUS BELLİ) sayılacağını açıklamış ve Ankara çekilmeyi kabul ederse, çekilmeye yardımcı olmak üzere, 500 bin sterlin para yardımında da bulunulacağı bildirilmişti.. (Musul eyaleti denilince, sadece Musul şehri değil; Musul, Erbil, Kerkük, Zaho, Dehuk, Süleymaniye gibi şehirlerin bulunduğu bütün Kuzey Irak bölgesi anlaşılmalı.. Yani, Kürdistan’ın bugün Irak bölümünde kalan en önemli merkezleri..)
O yerlerden geri çekilişin halk kitlelerince anlaşılmaması için, milletin başına bir ’börk geçirilmesi’ gerekiyordu ve şapka devrimi denilen inkilab, işte o büyük teslimiyetin, yenilginin gizlenmesi, kamuflajı için o günlere rastlatılmıştı..
***
Gelelim, Mursî’ye..
Mursî’nin sözlerine o tahrifat yapılmasaydı, İran halkı Suriye gerçeğinden haberdar olamıyacaktı!.
İran medyası bugünlerde, Tayyîb Erdoğan’dan sonra, ikinci bir ismi daha oturttu hedef tahtasına ve her vesileyle ona da ateş ediliyor..
Tayyîb Erdoğan için bir yolu bulunup, her vesileyle aleyhde bir şeyler yazılıyor. Hattâ, öyle ki, daha önceleri AK Parti’nin dört etkili isminden birisi olarak sivrilen ve amma, 2007’deki buhranlı Cumhurbaşkanlığı seçimi günlerinde, -kendi itirafıyla, CHP’nin de desteğiyle- Cumhurbaşkanı seçilebileceği hayaline kapılan, ama, hayalleri bozulan A. Latif Şener’in geçen gün CNNTürk’e verdiği mülâkatta Erdoğan’ı, İsrail’le gizli bir işbirliği içinde olmakla suçlayan sözleri bile, İran medyasında geniş yer buldu.. Şener’in Erdoğan’a siyasî husûmetinden dolayı böyle konuştuğu ve siyaseten tamamiyle tükenmiş birisi olduğu bile hatırlanmadan, sözlerine geniş çapta ilgi ve itibar gösteriyorlardı.. Çünkü, Erdoğan’a vurulması gerekiyordu..
Sebebi açık.. Erdoğan, Suriye Buhranı konusunda, İran’ın kendi maslahat ve menfaatine göre belirlediği siyasetine aykırı bir çizgi takib ediyor; arab beldelerinde meydana gelen bütün sosyal çalkantılarda olduğu gibi, Suriye konusunda da, ülkenin idaresinin halkın iradesine göre belirlenmiş bir yönetime geçilmesi çağrısında bulunuyor ve bu yüzden de, Suriye’ye yarım yüzyıldır tahakküm eden Baas rejimi ve halkın ancak yüzde 10-15’lik küçük bir inanç grubuna dayanarak iktidarını sürdüren Esed Hanedânı’yla arası bozuluyor ve Suriye Buhranı daha bir büyüyordu.. Ki, şu anda, sadece Türkiye’ye sığınan Suriye’lilerin sayısı 100 bine yaklaşmış bulunuyor, Ürdün ve Lübnan’da ise, bu rakamın üç misli bir mülteci kitlesi bulunuyor. Suriye Baas rejimi, ülkenin hemen bütün şehirlerini bombardımanlarla harabeye çevirmiş bulunmakta ve son 1,5 sene içinde öldürülenlerin sayısı da 25 bine yaklaşmış durumda.. Ve, çocuk, kadın, savunmasız sivil demeden, -kimlerin yaptığı önemli değil- korkunç bir kan dökücülük devam ederken, zâten yarım asırlık bir diktatörlük geçmişi olan Suriye’nin mevcud rejininin duruma hâkim olamadığı da ortada..
*
Böyle bir durumda, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin, Tehran’da yapılan Bağlantısız Ülkeler toplantısına katılıp, İran’ın Suriye konusundaki siyasetine tam ters istikamette ve tıpkı Tayyîb Erdoğan gibi konuşması; Erdoğan’dan sonra, Mursî’nin de
hedef tahtasına oturtulmasına yetti..
Ancaak, ilgi çeken husus şu ki, Mursî’nin konuşması ve neler dediği bütünüyle yansıtılmadı, radyo-televizyonlarda ve resmî veya yarı resmî nitelikli yayın organlarında..
Halk, sadece, Mursî’nin aykırı şeyler söylemiş olduğunu el yordamıyla hissetti, ama, ne dediğini bilemedi.. Hattâ o kadar ki, Mursî’nin sözlerine karşı, Suriye Başbakanı’nın Mursî’yi ağır şekilde suçlayan sözleri geniş şekilde verilirken, Mursî’nin ne dediği yine anlaşılamıyordu.. üstelik, bir çok dildeki tercümeler de farsçadan yapılıyordu.. Farsça ise, tahrif edildiğinden, Mursî’nin sözleri, arabça dışındaki pek çok dile de, farsça tercüme esas alınarak tahrifli ve çarpıtılarak aktarılmış oluyordu.. Proğramı canlı izleyenlerden belki de sadece arabça bilenler onun dediğini anlamışlardı, ama, başkaları, ancak Suriye heyetininin, Mursî’nin sözlerini protesto için salonu terketmeleri ile, orada çok önemli şeyler söylendiğini tahmin etmeye başlamışlardı..
Önce, Mursî’nin konuşması üzerine tam bir sessizlik abandı..
Sonra, bir şeylerin kokusu etrafa yayılmaya başlayınca..
Mursî’nin İran’a gitmemesi için Mısır kamuoyunda bazı odakların ona baskı yaptığı, buna rağmen, onun Tehran’a geldiği ve o iç muhalefeti yatıştırmak için, İran’ın siyasetine aykırı şekilde konuştuğu bile yazıldı..
Ama, Mursî’nin konuşmasının tahrif edildği, onun demediği sözlerin ona dedirttirildiği ortaya çıkınca.. Hafiften de olsa, iran’da da eleştiriler yükselmeye başladı..
2 Eylûl günü, Tahran Üni.deki bir toplantıya katılan İran Radyo-Televizyon Kurumu (IRIB)’ın başında, doğrudan İnqılab Rehberi tarafından tayin olunan Zerqamî, kendisine öğrencilerce bu konuda sorulan suallere cevab verirken, konuyu en sığ şekliyle geçiştirmiye çalıştı ve ‘Bu, tercümanın yorgunluğundan ve işlerinin çokluğundan dolayı olmuştur..’ deyiverdi..
Böyle olmasa idi, belki de, Mursî’nin sözleri, İran toplumunda böylesine derinlemesine ilgi uyandırmayacak ve daha az ilgi ile karşılaşacak ve lehinde veya aleyhinde daha az yoğunluklu tartışmalar yapılacaktı..
Hakikat ateşi, derinden derine işleyen bir ateş gibidir ki, etkisi, beklenmiyen zamanlarda çıkıverir!
Ama, bu tartışma derinden derine daha da ilerleyecek gibi.. Nitekim, 5 Eylûl tarihli Cumhûrî-i İslamî gazetesinin başyazısında, Bağlantısız Ülkeler Toplantısı değerlendirilirken, Mursî’nin konuşmasının, İran Radyo-Televizyon Kurumu’nun tercümanı tarafından doğru şekilde tercüme edilmemesi ve Suriye konusunda, Mısır ile önceden bir görüş birliğinin sağlanamamış olması eleştiriliyor; ama, Mursî’nin ne dediği yine açıklanmıyordu..
Bağlantısızlar Toplantısı’nda, Suriye Buhranı konusunda bir görüş belirtilememesi de toplantının başarısız taraflarından birisi olarak ele alınıyordu.. O başyazıda, ayrıca, Gazze’deki HAMAS hükûmeti, Filistin’in meşrû temsilcisi olarak kabul edilirken, bu toplantıya, daha önce hep, Amerika ve İsrail’in işbirlikçisi olarak suçladıkları Mahmûd Abbas’ın davet edilmesi de eleştiriliyordu..
5 Eylûl tarihli gazetelerde, ’Mursî’nin Husnî Mubarek’den bir farkının olmadığı’ iddiaları, ilk sahifelerdeki yerini kocaman puntolarla alıyor ve dahası, ’Suriye’de akan kanın sorumluluğunun, Mursî’nin boynunda olduğu’ görüşü bile, kocaman puntolarla aktarılıyordu, Suriye hükûmet sözcüsünün ağzından bile olsa..
’Mursî’nin Mubarek’den farkı yok!’ ididasını Suriye makamlarının ağzından bile olsa, manşetlere çekenlere, İslamî adâlet ve insaf ölçülerini hatırlatmamız gerekmez mi? Bu satırların sahibi ki, İnqılab’ın başında en hızlı olanlardan niceleri şimdi yurt dışına sığınıp, ’İran’daki bugünkü yönetim Muaviye’nin, Yezid’in yöntemini esas almıştır..’ derken, onları da adâlet ve insafa çağırmaktadır..
Şimdi de, bu konuda, böylesine ölçüsüz ve ’İran İsrailleşiyor..’ veya filanca ’müşrik cumhuriyeti’ gibi nitelemeleri yapanlar karşısında da, ’biraz teenni ve insaf, biraz ölçü..’ diyorum..
Bu satırların sahibi için, şu veya bu coğrafya veya devlet önemli değildir.. Bütün zamanlara ve mekanlara hitab eden, bütün zaman dilimlerini kuşatan İslam’ın anlaşılmasında, aramızda çıkacak ihtilaflardan dolayı birbirimize, böylesine düşmanlıklar sergileyeceksek, ’gelecek zaman ve mekanlara nasıl bir kardeşlik ve vahdet aktarabiliriz?’ sorusunun cevabını düşünmeli değil miyiz? Meselâ, 5 Eylûl tarihli İran gazetelerinde, ’Qum ulemâsının, Irak’da, şiîler arası vahdetin korunması gerektiğine dair hatırlatmaları’nın yer alması hoş mu?’ Müslümanların vahdeti yerine, hangisi olursa olsun, bir mezhebin mensublarının vahdetinin korunması çağrısında bulunmak, rahatsız edici değil mi?
İnancımızın potasında eriyip kaynaşmış olan müslüman halklar arasına düşmanlık tohumları atmak isteyenlere karşı her zamankinden daha fazla dikkatli ve teyakküz halinde olmalı ve dostluk ve düşmanlıkta sınırları unutmayıp, hele de sırf maslahat ve menfaatler için böylesine düşmanlıklar veya dostluklar sergilemekten kaçınmalı değil miyiz?
*
Evet, bütün bunlardan sonra, denilebilir ki, Mursî, meramını İran toplumuna da en etkili şekilde aktarmıştır.. Ve tekrarlıyalım, eğer o tahrifat ve çarpıtma olmasaydı, Mursî’nin sözleri bu kadar etkili ve merak konusu olmayacaktı, herhalde.. Nitekim, gazetelerden birisinde yapılan bir değerlendirmede, bu durum, ’Kendi kalemize gol attık..’ diye değerlendiriliyordu..
Tabiî, bazıları, Mursî’nin konuşmasınıa başlarken, ilk üç halifenin adını zikretmekle müslümanların hangi mes’elesinin çözülmüş olduğunu da dile getiriyordu ki, komiğin ötesinde, hezeyan idi, saçma idi.
*
Erdoğan, ’İSRAİL, İRAN'A SALDIRIRSA, KIYAMET KOPAR!’ derken..
Amerikan CNN televizyonu muhabiri Christiane Amanpour’a, 5 Eylûl günü verdiği mülâkatta Erdoğan, bir soru üzerine, “İsrail’in İran’a sorunuzda belirttiğiniz şekilde saldıracağına inanmıyorum. Bu çok düşük bir olasılık. Aksi takdirde bütün bölgede kıyamet kopar” derken, İran medyasında yer alan bazı haberler, olabildiğince, bir düşman oluşturmak hedefine yönelik gibi.. Meselâ, 5 Eylûl tarihli Keyhan gazetesi, manşet üstünden, ’Türkiye, Amerika, İsrail ve Suûdî hükûmetlerinin Suriye konusunda gizli ve ortak bir toplantı yaptıklarını’ iddia ediyordu..
Haberin kaynağına bakıyorsunuz, Filistin’de yayınlanan El’Menar yazmış.. Ona bakıyorsunuz; o da, aynı haberleri çeşitli isimler altında yayıp, birbirini kaynak göstererek, uluslararası kamuoyu oluşturmak taktiğinin bir parçası olan bir yayın organı…
Bir diğer örnek, Cumhurî-i İslamî gazetesininin 5 Eylûl tarihli sayısında, ’özel haber’ sütununda yazılan bir iddia ise, başka mesajlar veriyordu, topluma:
Şöyle deniliyordu, o ilginç ve de acaib haber-yorumda:
’Tayyîb Errdoğan’ın, Tahran’da toplanan Bağlantısız Ülkeler Toplantısı’nın başarısından rahatsız olduğu ve kendi twitter sahifesinde, Tahran Toplantısı’nda Suriye rejiminin devrilmesi için, muhaliflerinin birliğini isteyen Muhammed Mursî’yi överek, şöyle dediği bildirildi: ’Muhammed Mursî, Tahran konuşmasıyla, İran’a esaslı bir sille vurdu.. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, İran’a, müslüman arab bir cumhurbaşkanınca İran’a vurulan en etkili sille idi..’
Türkiye başbakanı bu yazısıyla Suriye macerası konusundaki hedeflerine varamayışının rahatsızlığını da ortaya koydu.. O, İran’ın Suriye hükûmetinin savunmasından dolayı böyle seviyesiz bir yazıyı yazmıştır.. Bu arada, Suriye hükûmeti sorumluları ise, Mursî’nin konuşması için dün, ’Mursî’nin Mubarek’den farkı yok..’ dediler.’
Evet, -üstelik İslamî konulardaki hassasiyeti açısından daha ayrı bir yeri olan- Cumhûrî-i İslamî’deki ’özel haber’ böyle..
Bu böyle bir yazının Tayyîb Erdoğan tarafından yazılıp yazılmadığı konusu açıklanmaya muhtaç.. Çünkü, henüz bir-iki ay kadar önce, Erdoğan, facebook, twitter gibi iletişim tekniklerinden faydalanmadığını, oralarda, birçok alavere-dalaverelerin olduğunu belirterek, ’Benim öyle bir şeyim yok..’ demişti..
Daha sonra böyle bir sahife açmış ve öyle bir şeyler yazmış mıdır? Buna ihtimal vermek bile istemiyorum, ama, bu husustaki asıl açıklama, Erdoğan veya yardımcılarına düşer..
*
Biz ise, tekrarlıyalım; bütün bu devletler, rejimler, kadrolar, kutsal sanılan kişiler veya sınırlar, siyasetler, bayraklar gelir geçer, ama, geçmiyecek olan, bu müslüman halklar Allah’ın takdir ettiği zamana yaşayacaklardır ve onları birbirine perçinleyen, iman gücüdür ve asıl titizlikle korunması gereken budur..
Unutulmasın ki, bin dost bile az, bir düşman bile, fazladır!.