Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Allah’a hamd, resulüne salat ve selam olsun.
Dinle ilgili bazı hususları, anımızın ve kendimizin dışında değerlendirme yanlışına düşüşümüz, birçoğumuza telafisi imkânsız zararlar verir. Bu konulardan birisi de nifak ve münafıklaşma konusudur. Birçok insan, nifakı kendisinden çok uzak ve sadece Resulullah (s.a.v.)’in döneminde yaşanılan bir durum olarak gördüğünden, Abdullah bin Übey bin Selul’un canlı bir örneğine dönüştüğünde bile bunun farkına varamamaktadır. Öyle ki bu insanlarımız Abdullah b. Übey b. Selul’ün sünnetinin en çirkin temsilcilerinden olma gibi bir savrulmayı yaşamalarına rağmen, kendilerini Hz. Muhammed’in sünnetinin takipçileri gibi de algılayabilmektedirler. Bu yanlış anlayışın nedeni, Kur’anî kavramları yeterince oturtamama ve bu kavramları kendi yaşamlarının çok uzağında değerlendirme hastalığıdır. Yapılması gereken ise, vahyi ve vahyin kullandığı kavramları çok iyi bilmek, bu kavramları şu an bizlere ve toplumumuza iniyormuşçasına değerlendirmek ve kendi üzerimize almaktır. Bu çerçevede kendisini doğru anlamamız ve bizde de oluşmaması için dikkat edeceğimiz hususların başında nifak ve münafıklık konusu gelmektedir.
Nifak, “ne- fe- ke” kökünden türeyen bir kelimedir. “Ne-fe-ke / yen-fü-ku” da; jerboa (Arap tavşanı) deliğinden çıkmak, deliğine girmek, azık tüketmek anlamlarına gelmektedir. Münafık ise “Na-fe-ke / yü-na-fi-ku” kökünden gelir ve dininde olduğundan başka türlü görünmek, içindekinin hilafını dışarıya göstermek gibi anlamlara gelir. Burada özellikle Arapların “nafeke’l merbu’u” dedikleri jarboa (Arap tavşanı, tarla faresi) dedikleri hayvanın tarzıyla münafığın tavrı arasında şaşırtıcı bir benzerlik vardır. Bu hayvan iki yuva edinir. Bunlardan birisini saklayıp, birisini gösterir. Bu yuvalarından gizlediğinin tavanını yeryüzüne yakın ve yumuşak yapar ve herhangi bir tehlike sırasında bir zarara uğramamak için o gizlediği delikten/tünelden kaçar. Bundan dolayı Mütercim Asım Efendi’nin Kamus Tercümesinde münafık için; “Bir taraftan İslam’a/şeriata girerken, diğer taraftan kaçan kişidir” de denmiştir.
Münafık’ın kavramsal/ıstılahî anlamı ise, zahiren/hukuken Müslüman kabul edilen, gerçekte ise Allah katında kâfir olan kişidir. Bu nedenle nifak gizlenen küfür, münafık ise gizlenen kâfirdir diye de söylenebilir.
Münafıklık zannedildiği gibi, sadece kendilerini gizleyen İslam düşmanlarının bir durumu olarak önümüze çıkmaz. (Casuslar, ya da yeminli İslam düşmanları/Abdulah b. Übey b. Selul örneğindeki gibi.) Zaten çoğunlukla münafıklık bu kategoridekilere hasredildiği için, nifakı ve münafıkları kendimizin dışında ve sadece İslam düşmanlarında aramak gibi bir yanlışa düşülmektedir. Bu durum bizi bekleyen münafıklaşma tehlikesini görmememize ve şeytana gafil avlanmamıza sebep olmaktadır. Gerçekte ise, Kur’an-ı Kerim’in bize gösterdiğine göre, bu kesimler münafıkların küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Büyük bir çoğunluğu ise bu kesimin dışındaki münafıklardır. Bunların da bir kısmı, İslam’ın bazı boyutlarının hoşlarına gitmesinden ve çeşitli faktörlerin etkisiyle İslam’a giren, fakat daha sonra kendilerini yeterince vahiyle ıslah etmemelerinin sonucunda hastalıklı hallerinin devam ettiği kimselerdir. Örneğin Ensar’ın en kuvvetli kabilesi Evs’in başkanı olan Sad b. Muaz’ın İslam’ı kabul etmesinden sonra; “Ben İslam’ı din olarak kabul ettim ve bundan sonra sizden İslam’ı din olarak seçmeyen hiçbirinizle asla konuşmayacağım” demesinin üzerine, kabilesinin tümü Müslüman olmuştur. Reislerine uymak üzere din değiştiren bu kişilerin, İslam’a ne derece bir samimiyetle bağlı olabilecekleri tahmin edilebilir. Bu nedenle, İslam’ı tercih etmiş görünen bu kesimin içinden, daha sonraları kendilerini vahiyle iyice terbiye etmeyenlerin münafık tipler olarak varlıklarını sürdürecekleri ve bu hastalıklarının özellikle kabileci hassasiyetlerine dokunulduğu, ganimetin kendilerine verilmediği vb. zamanlarda ortaya çıktığı/çıkacağı açıktır. Aynı şekilde birçok kesimin Müslümanların büyük bir güce dönüşmesinden sonra, (Casusluk veya İslam’a düşmanlıklarını sürdürmek için değil), diğer kabilelerden korunmak, savaşlarda elde edilen ganimetlere ortak olmak üzere Müslüman olduklarını da biliyoruz. Nitekim Yüce Rabbimiz bu kesimlerden bazıları için şöyle buyurmuştur: “Bedevîler ‘İman ettik’ dediler. De ki: ‘İman etmediniz. (Öyle ise, ‘iman ettik’ demeyin.) Fakat “boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize girmedi. Eğer Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz, yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.’” ( 49/14)
Bunun yanında İslam’a harici ve belirgin bir faktörün tesiri olmadan girmiş birçok kimsenin de çok ciddi bedellerin ödenmesinin gerektiği zaman dilimlerinde münafıklığa savrulabildiklerini görebiliyoruz. Nitekim Hudeybiye Anlaşması ile neticelenen süreçte, Mekke’ye Kâbe’yi tavafa giden peygamber ve müminlere, savaş ve öldürülme riski nedeniyle katılmayarak geri kalanlara dönük şöyle buyruluyor: “Bedevilerden geride bırakılanlar, sana diyecekler ki: Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile. Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar. De ki: Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah yaptıklarınızı haber alandır.” (49/11); “(Ey münafıklar!) Siz aslında, Peygamberin ve inananların bir daha ailelerine geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu, sizin gönüllerinize güzel gösterildi de kötü zanda bulundunuz ve helâki hak eden bir kavim oldunuz.” (49/12) Aynı şekilde Uhud savaşına katılma riskini göze alamayan bazı Müslüman görünümlü kimselerin, nasıl iman ve küfür arasında gidip geldikleri ve hatta savaştan geri kalma kararlarının onları nasıl küfre doğru sürüklediği şöyle tablolaştırılıyor: “İki topluluğun (ordunun) karşılaştığı günde başınıza gelen musibet Allah'ın izniyledir. Bu da mü'minleri ortaya çıkarması ve münafıklık yapanları belli etmesi içindi. Onlara, ‘Gelin, Allah yolunda savaşın veya savunmaya geçin’ denildi de onlar, ‘Eğer savaşmayı bilseydik, arkanızdan gelirdik’ dediler. Onlar o gün, imandan çok küfre yakın idiler. Ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Oysa Allah, içlerinde gizledikleri şeyi çok iyi bilmektedir.” (3/166-167)
Ayrıca münafıklığın sadece İslam’a girişten sonra kendilerini yeterince vahiyle terbiye etmeyenlerde oluştuğunu düşünmekte yanlıştır. Aynı şekilde İslam’ını güzelleştirenlerin daha sonra kendilerine yeterince dikkat etmediklerinde münafıklık girdabına düştüklerini de gözden kaçırmamak gerekmektedir. Zira iman teorik kabullerden ibaret olmadığı gibi, aynı şekilde sabit ve değişme durumu olmayan bir olay da değildir. Tersine her zaman azalma veya artma durumu olan; kişinin en ufak bir tercihinin bile, sünnetullah ölçüleri içinde imanının üzerinde bir tesirinin olduğunu bilmek gerekmektedir. Bu nedenle iman eden ve imanda zirvelere çıkan bir kimse, daha sonraki yaşamında, yine kendi tercihleri ve ellerinin kazandıkları ile nifakın en üst noktalarına savrulabilir ve nifak girdaplarında boğulabilir. Aynı şekilde nifakın zirvelerinde dolaşan bazılarının daha sonra, imanın en üst noktalarına yükselebilmesi de mümkündür. Bundan dolayı bazı sahabelerin “pek çoğumuz keçiler ve develer için iman ettik, fakat zamanla İslam bizlere canımızdan ve tüm malımızdan daha sevimli hale gelmeye başladı” itirafları aslında malumun ilanı diye algılanmalıdır. Diğer yandan iman ve küfrün/nifakın değişme durumuna işaret eden şu ayetler de bu meselenin anlaşılmasına yardımcı olmaktadır: “İman edip sonra inkâr edenleri, sonra yine iman edip tekrar inkâr edenleri, sonra da inkârlarını arttıranları Allah ne bağışlayacak, ne de onları doğru yola iletecektir.” (4/137)
Öyleyse müminlerin kendilerine verilen emanetlerini Allah’a teslim etmedikleri sürece münafıklaşma tehlikesinden korunduklarından emin olmamaları gerekir. Aynı şekilde münafıklaşma alametleri gösteren kimseleri de ömür boyu aynı hal üzere olurlar diye mutlak bir olumsuzluk içinde değerlendirmemek gerekir. Bundan dolayıdır ki cihattan kaçtıkları ve münafık oldukları kesinleşen kimselere de açık kapı bırakılır ve şöyle buyrulur: “Münafıklar (savaştan) döndüğünüzde sizden özür dilerler. De ki: Özür dilemeyin! Elbette size inanmıyoruz. Allah haberlerinizi bize açıkça bildirmiştir. Bundan böyle de Allah da Peygamberi de yaptıklarınızı görecek (ve değerlendirecek). Sonra da (ölüp) gizli ve açık her şeyi hakkıyla bilene (Allah) döndürüleceksiniz; O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.” (9/94) Bu sebeple münafıklığı tarihte kalmış bir durum olarak değerlendirme yanlışından bir an evvel uzaklaşılmalıdır. Bilinmelidir ki, insanları nifaka veya imana sevk eden şey kişilerin hayata bakışları ve tercihleridir. Asr-ı Saadette menfaatlerine aykırı olduğu zaman Allah’ın hükmüne sırtını dönenler (4/60-61); İslami mücadelede bedel ödemekten kaçanlar (48/11-13); mücadelenin şiddetli zamanlarında korkup sinenler, korku veren durum dağılınca keskin dilleriyle statü ve faydalanılacak şeyler talep edenler (33/19-20); namazları ikamede tembel ve Allah’ı zikretmede gevşek olanlar (4/142-143) nasıl münafıklaşmayı yaşıyorlarsa, buna benzer bir pratik içinde olanlar da münafıklaşma sürecinde olduklarını bilmelidirler. Bugün Müslüman olduklarını ve İslam’ı yegâne meşruiyet kaynağı olarak gördüklerini söyleyenler akademide yükselmek, ticaretlerini korumak ve büyütmek, yüksek makamlara gelmek veya yükseldikleri statüleri korumak, güzel kadınlar veya yakışıklı erkeklerle evlenmek, örgüt ve devletlerin kendilerine zarar vermesini önlemek ve benzeri sebeplerle gayri İslami hallere düşüyorlarsa, yarışları takvada (adalette, merhamette, infakta, dürüstlükte ve benzeri şeylerde) yarışma değilse, bin sefer Müslüman olduklarını söyleseler bile mutlak bir münafık olmamışlarsa bile, münafıklaşma sürecini hızla yaşadıklarını bilmelidirler. Asr-ı Saadette, çıkarına uygun düşmediğinde İslam’ın hükmüne sırtını dönenler için Allah “Hayır, hayır! Rabbine andolsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hakemliğine başvurmadıkça sonra da vereceğin karara, gönüllerinde hiçbir burukluk duymaksızın, kesin bir teslimiyetle uymadıkça mümin olamazlar.” (4/65) diye buyururken, bu ve buna benzer durumlara düşmemiz halinde, sanki münafıklığa düşmenin bizim için geçerli olmadığını düşünmek gibi yanlış bir tutum olamaz. Yoksa geçmiştekilerin yanlışına biz de düşerek; “Biz Hz. Muhammed’in ümmetiyiz. O ayetler başkaları içindir” diyecek ve bize farklı muamele edileceğini mi bekleyeceğiz? Hâlbuki Yüce Allah böyle düşünenleri reddetmiş ve yalanlarını yüzlerine çarpmıştı.: “Yahudiler ve Hıristiyanlar ‘Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız.” (5/18); “Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır.” (49/13)
Diğer yandan bu günkü şartlarda (vahiy kesildiği için), kesin bir şekilde bir kişinin münafık olup olmadığını kestiremeyeceğimizi de bilmeliyiz. Sadece başta kendimizi nifaktan korumak üzere, insanların hayrına sebep olacak şekilde münafıklığın alametlerini bilmeli ve bu çerçevede nasihatleşmeliyiz. Hz. Ömer (r.a.) gibi çok ferasetli bir zatın bile, Hatıb b. Ebi Belta olayında yanlışa düştüğünü hatırlayarak, başkalarını isim vererek münafıklıkla itham etmeden sakınmalıyız. Zaten İslam bundan dolayı münafıklar için başka bir hukuk tayin etmemiş ve onları zahiren Müslüman kabul ederek gerçek Müslümanlarla hukuksal olarak bir kabul etmiştir. Bu nedenle Yüce Allah’ın bazılarını münafıklıkla isimlendirmesi bizlerin de başkalarını bu şekilde isimlendirebileceğimiz anlamına gelmez. Zira Yüce Allah insanların gizlisini-açığını bilir, biz ise sadece önümüzde olan kişi ve olayı görürüz; fakat gördüğümüz şeyin bile gizli olan kısmından, yani niyetinden emin olamayız.
Ey Rabbimiz! Bizi hidayetle şereflendirdikten sonra, şeytanın kalbimizi saptırmasından muhafaza buyur. Ey Rabbimiz! Esmanın ahlakıyla ahlaklanma yüceliğinden sonra, yeryüzündeki canlıların en şerlisine dönüştürecek bir münafıklıktan bizi koru. Lütfü ve keremi sonsuz olan sensin. Sen ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcısın! Sana tüm mahlûkatın, tüm zamanlarda yaptığı hamdlarla hamd ediyoruz, bizden kabul buyur.