“Denge, ölçü” manasına gelen ‘’mizan’’ yaratılmışlar âleminin en önemli özelliğidir. Yüce Allah evrende her şeye denge kanununu koymuştur. Adalet, merhamet ve basiret fıtrat kaynaklıdır. ‘Ölçüyü düzgün tutasınız’ anlamındaki “hak ve hakkaniyet, gözetmek” anlamına gelen “kıst” kelimesi; karşılıksız olarak ahlaki bütünlüğü ve dengeyi gözeten bir Müslüman olmaktır.
‘’O, göğü yükseltti ve ölçüyü (mizanı) koydu. (Artık) Ölçüde haddi aşmayın. Ölçüyü adaletle (kıst ile mizanı koruyun) yapın, ölçülü (dengeli) olmayı hüsrana (boşa) uğratmayın. Allah, yeri yaratıklar için var etti’’ (Rahman 7-10)
Ayetlerde, evrendeki ahenge; yaratılışta bazı inceliklere değiniliyor. Bu kapsamlı mana ile dikkatler üst bir hakikate çekilerek Müslümanın hayatında ölçü ve dengeye dair vurgular yapılıyor. Ölçü ve dengeyi korumak için adil olmak ve evrendeki insicamdan dersler çıkartmak lazımdır. Dersin en önemlisi, rabbimize kulluğu kavramaktır; yeryüzünde bir kul olarak İslami kişilik özellikleriyle ihata olmaktır. O halde hayat bize nasıl bir çeşitlilik sunarsa sunsun her halükarda dini yaşamalı ve tükenmeyen bir hamdü sena-şükür ve her an ölecekmiş gibi ahiret idrakı içinde olmalıyız.
Bir Müslümanı denge ve ölçü sahibi kılan bazı özellikler vardır:
-Müslüman, dini mübini bir ‘bütünlük’ içinde kavrar ve ‘emirleri’ aynı etki özelliğiyle hayatının çeşitli alanlarında yaşamaya çalışır. Onun her işi hikmetli, tutarlı ve feraset üzeredir: ’’Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez’’ (Bakara 269). ‘’Elbette bunda 'derin bir kavrayışa sahip olanlar' için gerçekten ayetler vardır’’ (Hicr 75). ’’Gerçek şu ki size Rabbinizden(cc) basiretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde gözetleyici değilim’’ (En'am 104)
- Müslümanın yakın-dost-sırdaş olduğu kimseler ancak, aynı fikriyat ve gelecek hedeflerine sahip kimselerdir, ancak bu kişiler onun gerçek dostlarıdır: ‘’Mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesin. Kim böyle yaparsa Allah ile bir ilişiği kalmaz. Ancak onlardan (gelebilecek tehlikeden) korunmanız başkadır. Allah, asıl sizi kendisine karşı dikkatli olmanız hakkında uyarmaktadır. Çünkü dönüş Allah'adır’’(Ali İmran 28), ‘’Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah'a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin..’’(Mücadele 22)
-Müslüman her zaman istiğfarda bulunan ve ibadetlerde sürekliliğe dikkat eden kişidir: “Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını isteyin, sonra da bütün kalbinizle O’na yönelin..’’ (Hud 90), ‘’De ki: “Dinimi O’na halis kılarak yalnızca Allah’a kulluk ederim.” (Zümer 14)
-Müslümanın her işi rabbine dua-şükür ve sürekli yöneliş içindedir: “Sizin duanız olmasaydı ne işe yarardınız” (Furkan 77) “Allah insana şah damarından daha yakındır” (Kaf 16) “Allah insan ile kalbi arasına girer” (Enfal 24). “Bana dua edin, size icabet edeyim” (Mü’min 60)
Düşünce-eylem bütünlüğünü korumak için yaptığımız işlerde, güçlü bir irade sahibi olmak ve dinin yukarıda sıraladığımız ilkelerini hassasiyetle muhafaza etmek gerekiyor. Eğer bu toplumun İslami yönde değişimini istiyor ve nefsi ve toplumsal işlerde bir ıslah beklentimiz varsa bu ilkeler olmazsa olmaz bir olgulardır:
“O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (takipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefislerinde olanı değiştirinceye kadar, bir toplumun halini değiştirmez. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirebilen olmaz; onlar için O’ndan başka veli de yoktur” (Ra’d 11)
Zalimleşmek kişisel tercihlere bağlıdır ve insan eliyle gerçekleşir: ‘’Allah insanlara zulmetmez, insanlar kendilerine ve birbirlerine zulmederler’’ (Ali İmran, 117). Zulüm sadece bir başkasına uygulanan bir cebirden ibaret değildir. Kişi, düşünce; tercihler, taraf olduğu kimseler ve hayat tarzıyla da zalimleşebilir: ’’Binasını, takva üzerine ve Allah rızasıyla inşa eden mi daha hayırlıdır yoksa binasını yıkılmaya yüz tutmuş, bir uçurumun kenarına kurup o yerle birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanacak olan mı? Allah, zalimler topluluğunu hidayet etmez. (Tevbe 109), ‘’Biz o kitabı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras olarak verdik. Onlardan kendine zulmedenler vardır. Onlardan ortada olanlar vardır. Yine onlardan Allah'ın izniyle hayırlı işlerde öne geçenler vardır..’’(Fatır 32).
İslam’da günahsızlık, masumiyet veya sorumluluktan azade olmak diye bir durum yoktur:
Bu konuda sahabe örnekliği ve algısının değerlendirmesi üzerinden örnek verilebilir: “Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” (Bakara 134)
‘’Bir gün Rasulullah (sav) ashabına; ‘’Ey insanlar! Sizler Allah’ın huzuruna yalın ayak ve çıplak olarak toplanacaksınız buyurdu. Ve Enbiya 104. ayetini “Bizim, göğü kitabın sahifelerini katlar gibi katlayacağımız gün, ilk yaratmaya başladığımız gibi, yine onu (eski durumuna) iade edeceğiz. Bu, bizim üzerimizde bir vaaddir. Elbette, biz yapıcılarız.” okuduktan sonra şöyle dedi; ‘Kıyamet gününde ilk elbise giydirilen kişi İbrahim (as) olacaktır. Yine kıyamet gününde ashabımdan bazı kişiler yakalanıp sol tarafa alınacak. Ben, Ya Rab! Onlar benim ashabım diyeceğim. Bunun üzerine bana, bunlar senden sonra ne kötü işler yaptı, sen bilmiyorsun denilecek. Ben de salih kul İsa (as)’ın dediği gibi diyeceğim; “Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiçbir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerindeki gözetleyici Sen’din. Sen her şeyin üzerine şahit olansın’’ (Maide 117)”. Bana denilecek ki: Sen onların arasından ayrıldıktan sonra onlar dinden dönmeye devam ettiler (ölçüyü kaybettiler ve şimdi yaptıklarından hesaba çekilecekler)’’ (Buhari, Enbiya Tefsir; Müslim, Cennet).
Bir sahabe yanlış bir şey söylediğinde veya bir iş yaptığında, Rasulullah (sav) ilk defa nebi sıfatıyla; sonra İslam’ın ve ardından toplumun maslahatları adına o kişiye ve o işe müdahale ederdi. Bazen sahabe o yanlışı/cürümü izale etmek için özünden pişman olur tevbe eder ve bu eylemim bir cezası varsa Allah’ın Rasulü’nden (sav) kendisini arındırmasını isterdi. Bugün dahi suç işleyen bir Müslüman eğer o sahabe gibi pişman olup suçunu telafi ediyorsa, adalet, şahidlik ve Allah’ın kulu olmak sorumluluklarından kaçmıyorsa işte İslam; şeriat yönünden o davranışlarla izhar oluyor, hayır ve hikmet gerçekleşiyor demektir.
İslami temsile, şahid vasfı kavramaya ve vasat ümmet olmaya önem veren sahabe hatada ısrarın bir süre sonra kişiyi ölçüsüz dağınık bir hale sokacağını ve hüsrana sevk edeceğini idrak ediyordu; işte bu yüzden dünyadaki imtihanını hayırlı bir sonla bitirmek istiyordu. Sahabe Ali İmran 102. ayetinde geçen ‘’Ey iman edenler muttakiler olunuz ve ancak Müslümanlar olarak canınızı teslim ediniz’’ buyruğunu titizlikle yetine getiriyordu. Bu ölçü şaştığında sahabenin ölçü ve dengesi de şaşacaktı; bunu kavramıştı, onlar Allah’ın Nebisi (sav)’in üzerinde çok fazla durduğu bu sorumluluğu ve hassasiyeti idrak etmişlerdi. Zina edip de Nebi (sav)’e gelen ve “Ey Allah’ın Resulü beni temizle” diyen Cuheyneli kadın, bugün ve kıyamete kadar aynı suçu işleyen ve samimiyetle pişman olan (bknz. Müslim, Hudud, 24) tüm Müslüman erkek ve kadınlara yol gösteren bir örnekliğe sahip olacaktır. Yine hatasını anlayıp gerçekten tevbe eden ve uzun bir arınma sürecinde İslam davasını dünyalık hiç bir teklifle değişmeyen Ka’b b. Malik de aynı dirilten; gaflet rüzgârlarını dağıtan, aidiyeti muhkemleştiren bir örnekliği temsil etmeye devam edecektir.
İslam toplumunun Kuran ve hikmetle inşa olduğu o dönemde Rasulullah (sav) hayattaydı ve vahyin belirleyiciliğinde Müslümanların tutum, davranışlarına; düşünce amel ve ahlaklarına yön veriyor; model oluyordu. Onlar yanlış yapsalar, suç işleseler bile Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmekteydiler. Onlar, ‘’Allah ve resulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve resulünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır’’ (Ahzab 36) düsturunu terk etmiş ve İslami değerler bütününü ihlal edip itaatten çıkacak olsalardı, Allah’a ve Resulüne isyan etmiş olacaklardı. Sahabe Kuran’a muhatap ve Sireti Rasul ikliminin Rasul’den sonraki diğer aktörleri olarak tüm müminlerin önüne eskimeyen; hükmü ve etkisi iptal olmayan engin bir tecrübeyi koydular. Rasulullah ve Ona tabi olanlar bizlere, düşünce eylem; konulara yaklaşımda ölçü, metot açılımları; ictihad, ıslah yöntemleri; davet, ahlak gibi konularda ümmete rol model olmayı sürdürmektedirler.
Rasulullah (sav)’ın irtihalinden sonra, sahabe ve Müslüman toplum üzerindeki vahyin koruyuculuğu kalkmıştır. Artık aralarında, onlara nebevi göreviyle müdahale edecek, hal ve hareketlerini tanzim edecek ve kritik edecek Rasul/Usvei Hasene Nebi yoktur. Şimdi her bir sahabe kendi nefsiyle, şeytanıyla baş başa kalmıştır. Artık onların sınavı tek yol gösterici Kur’an ve onun tatbikatı olan Nebi (sav) ın sireti ve sünnetidir. Bu iki kaynağa göre hareket ettiklerinde sınavı kazanır, kuralları ve normları ihlal ettiklerinde suçlu-günahkâr (mücrim) olurlar; biz onlardan kimilerini kendimize örnek/rol model seçer, kimilerini seçmeyiz; İslam toplumunda denge şaşınca ölçüler zayıflıyor, model olmak yönü flulaşıyor, etki azalıyor; işlerin bereketi kaçıyor. Allah’ın dinine yardım etmeyen, takvayı gözetmeyen, mizanı ölçüyü önemsemeyen bir çoğunluk hayatın etkinlik alanlarını ele geçiriyor. Ebu Hanife “sahabe kavli” ni kaynak kabul ediyor ama bir hadisi fıkhi, ahlaki alanda içtihatta kullanacaksa rivayet zincirinin ilk halkasında olan sahabenin müçtehit olma şartını (adil, dengeli zihni berrak ve sebatkâr olma özelliğini) esas alıyor.
Sıkıntılı konu şudur: bir dönem iyi olan, hayırlı işlerde Allah Rasulünün yanında Allah’ın dinine canla malla hizmet eden bir kimse/sahabe sonradan ilkelerden uzaklaştıysa, zalimlerle; İslam karşıtlarıyla gücünü ve hesabını birleştirdiyse bundan böyle o zalim ve fasık kimselerden biri olmuştur. Onun bir dönemki sahabeliği; manevi konumu geçmişte kalmıştır ve belirleyici değildir.
Dinde dengeyi; ölçüyü ve üzerinde yol alınan vasatı koruyan sütunlar; İslam dairesine göre akletmek, Kuran ve Rasulün örnekliğinden ayrılmamaktır. Muttaki olmak, istiğfar etmek, ahlaki değerlere, ölçüye ve dengeli olmaya dikkat etmek, şüpheli şeylerden uzak durmak, dost düşman ölçülerine; kabul gören ve görmeyen ilke ve ölçülere dikkat etmek; sabiteleri muhafaza etmek konusunda son derece hassas olmaktır. Mümin kardeşini; takvası, ahlakı ve müttaki duruşundan dolayı sevmektir. İman kardeşlerimizi ümmetçi davetçi ve fedakâr hallerinden dolayı kendimize en yakın kimseler olarak görmektir.
Adil şahid duruş; bir olay ya da olgu karşısında gösterilen nesnel/objektif ölçülü tavır demektir. Nisa 135’te buyrulduğu üzere mü’min; kendi nefsi, anne-babası veya yakınları aleyhinde bile olsa ‘adil’ olmak durumundadır. Rasulullah (sav), kızı Fatıma için “Ey Fatıma (farz-ı muhal cürüm işleyecek olursan) ben de seni kurtaramam” (Buhari, Vesaya) diyorsa, biz bundan kimse için ayrıcalık olmayacağını net olarak anlamaktayız. Böyle yapmayacak olursak, Müslüman akaid, düşünce ahlak ilke ve değerlere; hukuka, ölçüye önem vermeden yol alırken kendi (ve yanındakilerin) yapıp ettiklerini dinileştirir; böylece onun bu kötülük modelliğinin sebebi de din oluverir!
Lokman (as) oğluna yol işaretlerini büyük bir hassasiyetle ve merhamet mizan ve gelecek kaygısı içinde öğretiyordu; lafını eğip bükmeden ve açıkça söylüyordu; “Yavrum! Şüphesiz yapılan iş, bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah, en gizli şeyleri bilendir her şeyden hakkıyla haberdar olandır.” “Yavrum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy, başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, hiçbir kibirleneni, çok övüneni sevmez.” “Yürüyüşünde mutedil ol; sesini biraz kıs; çünkü seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir” (Lokman 16-19)
Rabbimiz ölçüyü evrensel, çağlar üstü ve muhkem kıldı, Rasullerini bu mizaç ve ilke ile yönlendirdi: “And olsun biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitap ve mizanı indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler...” (Hadid 25) “...Ölçüyü ve tartıyı adaletle ve tam yapın...” (Enam 152)
Sosyal hayatta mizanın ölçüsü, Kur’ân, sünnet, akıl ve sağduyudur. İnsanın, hayatını insana yaraşır biçimde düzenleyebilmesi için konan ilâhî kurallar, denge kanununun bir tezahürüdür. Dengenin hayata geçirilmesi ve korunması, kişinin ilâhî kurallara uygun davranmasıyla mümkündür. Dengenin bozulması, hayatı felç eder, fitne, fesat ve kargaşa doğurur. Yüce Allah, âleme bir denge koymuştur:
Takva müminin yol azığıdır; düşünce, ahlak ve amellerin rahmet bağıyla birbirine bağlandıkları bir lütuf halidir!
‘’Ey iman edenler! Eğer takvalı olursanız O size bir temyiz kabiliyeti verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir’’(Enfal 29).
Ayette takvânın üç meyvesinden söz edilmektedir: İnsanda iyi, hak ve hayırlı olanı; kötü, batıl ve müfsid olandan ayırmasını sağlayan bir temyiz yeteneğini; furkanı rabbimizin muttaki kullarına lütfetmesi; takvâ sahibi kulların günahlarını örtmesi ve onları bağışlaması. Allah korkusunun kalpte yolun kıvrımlarını ortaya çıkaran bir kriter işlevi gördüğü bir gerçektir. Ancak bu gerçek de -tıpkı inanca ilişkin diğer gerçekler gibi- pratik olarak yaşayandan başkası tarafından algılanmaz. Sadece anlatmak bu gerçeğin tadını, fiilen yaşamamış olanlara ulaştırmaz.
“Onlar tuzak kurarken, Allah da tuzak kuruyordu. Hiç kuşkusuz Allah en etkili tuzak kurucudur.”
İbn-i Kesir tefsirinde, Said b. Cübeyr, Südey, İbn-i Cürey’e dayanarak tuzak kuran; hileli cümleler kuran şahsın Nadr b. Haris olduğunu belirtir. Bu lanetli adam Fars ülkesine gitmiş, orada kralları Rüstem ve İsfendiyar’ın hikâyelerini öğrenmişti. Döndüğünde Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından gönderildiğini ve insanlara Kur’an okuduğunu görmüştü. Peygamberimizin bir toplantıdan ayrıldığında onun yerine oturur ve öğrendiği bu hikâyeleri insanlara anlatırdı. Sonra da “Allah için söyleyin hangimiz daha güzel hikâye anlatıyoruz, ben mi Muhammed mi?” derdi. Bu yüzden yüce Allah fırsat verip de Nadr, Bedir günü esirler arasında yer alınca, Rasulullah (sav) diğer esirlere yapmadığını ona yaptı ve onun öldürülmesini emretti. Rasulullah, Nadr’ın öldürülmesini emredince Mikdat, “Ya Rasulallah, o benim esirimdir” dedi. Rasulullah, “O Allah’ın kitabı hakkında ileri geri konuşuyordu” dedi ve öldürülmesini emretti. Mikdat ısrar edince Rasulullah, “Allah’ım Mikdat’ı lütfunla zengin kıl” diye dua etti. Miktad, “İstediğim buydu” dedi. Enfal 29-31ayetlerinin Nadr hakkında nazil olduğu rivayet olunmuştur’’
Kureyş’in ileri gelenlerinin, İslâm’ın yayılmasından ve Kur’an’dan rahatsız oluşlarının nedeni buydu: aktif İslami bir kimlik-şahid bir duruş! Nitekim daha önce “Haniflerin” müşriklerin inançlarından ve ibadetlerinden uzaklaşmaları, sadece Allah’ın ulûhiyetine inanmaları, kulluk kastı taşıyan davranışları Allah’a sunmaları ve putlara ibadet etmeyi temelden reddetmeleri Kureyş’in ileri gelenlerini pek de rahatsız etmemişti. Çünkü eylemsiz iman cahiliye müstekbirlerini hiçbir zaman rahatsız etmeyecekti. Bu gün de İslâm’ın hayatın her alnında etkin olması gerçeğini kavramayan bazı kimselerin sandığı gibi İslam hayatı atlayan; tavır belirlemeyen bir din değildir. İslâm, şehadetin ilanıyla birlikte başlayan bir etkinlik ve bir tavır hali-dinidir. Tüm yeryüzünü kaplayan cahiliyenin komploları ve onların yerli gönüllü uzantıları şayet karşılarında ilkeli; özgün bir topluluk bulurlarsa; kat’iyetle ne Kur’an’ın evrensel mesajına ve ne de müminlerin gücüne karşı bir üstünlük sağlayamayacaklardır.
‘’De ki: 'Siz Allah'a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir.’’(Hucurat 16). ‘’De ki: Allah'ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?" (Yunus 18). ‘’Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum." (En'am 50).
‘’Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve “Ben Müslümanlardanım” diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!’’(Fussilet 33, 34)
Bu iki ayeti bir bütünlük içinde ele anlamalıyız. İslami şahsiyet ilkeleri ve değerlerden ödün vermeden kararlılığımızı kötülükler karşısında sürdürmek sabrı, teenniyi, ciddiyeti ve ilkeli olmayı gerektiren dosdoğru olan bir tavırdır. Âyette bir bakıma şöyle buyurulmuş olmaktadır: “Ey Muhammed! Sana yakışan davranış iyilik, onlara yakışan kötülüktür. İyilikle kötülük bir olmaz; yani eğer sen iyilik yaparsan dünyada itibarı, âhirette de sevabı hak edersin; onlar da (kötülükleri sebebiyle) bunun tersini hak ederler. Onların kötülüklere yönelmeleri seni iyilikten ve gelecek hedeflerinden uzaklaştırmasın. Şayet onların kötü huylarına karşı ıslah hedefinden ve ahlaktan vazgeçmeden sabreder ve iyiliği ısrarla sürdürürsen gün gelir onlar kendi kötü huylarından hicab duyar ve o çirkin davranışları artık terk ederler” (bknz. DİA tefsir)
Kötünün hâkim olduğu iklimi ıslah etmeye dair tavrımızın ne olacağı; bir metot, sabır ve uzun vadeli mücadele işidir. Kötüyle mücadele görevi kesinlikle terk edilmemesi gereken bir görevdir:
“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Tirmizî, Nesâî, Îmân). Bir adam Rasulullah’a (sav), “İyi mi kötü mü yaptığımı nasıl bilebilirim?” diye sormuş, Rasulullah (sav) de şöyle buyurmuştur: “Komşularının, ‘İyi yaptın!’ dediğini duyarsan iyi yapmışsındır. Onların, ‘Kötü yaptın!’ dediğini duyarsan da kötü yapmışsındır.” (İbn Mâce, Zühd, 25; İbn Hanbel, I, 402).
Salih olanlardan muslih (etkin bir şekilde ıslah sorumluluğu içinde) olmaları beklenir: Mecelle kuralıdır: ‘Def-i mazarrat celb-i menafiden evladır’. Şerden, ifsaddan ve zararlıdan uzaklaşmak hayrı elde etmekten daha öncelikli ve önemlidir. Bu bir bütünlüğü idrak işidir. Gereksiz ve boşa sarf edilecek bir davranış olabilecek bir uzlaşmacılık anlamına gelecek; kötüye sessiz kalmak tavrı doğru bir davranış olamaz. Bu konular neticede bir hesabın ve ölçünün gözetilmesi gereken; muhkemlerin-sabitelerin ihlal edilmemesi gereken hatta metot kapsamında dahi ele alınacak nazik bir konulardır: Salih olanlardan muslih olmaları beklenir: “Rabbin, ahalisi ıslah edici kimseler olan şehirleri zulüm ile helak edecek değildir” (Hûd 117)
“Allah’ım! Beni, iyilik yaptıkları zaman sevinç duyan, kötülük yaptıkları zaman da bağışlanma dileyen kullarından eyle.” (İbn Mâce, Edeb; İbn Hanbel)
“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Rabbim, benim kalbimi senin dinin üzere sabit kıl.”