Mültecileri ülkeden gönderilebilecek yığınlar olarak görenler; İdi Amin’den ne farkınız var?

Yıldıray Oğur, muhacirlere yönelik Altındağ’da girişilen linçi değerlendirdiği yazısında siyasetin popülist tutumunu eleştirerek, mültecileri ülkeden gönderilebilecek yığınlar olarak görenlerin İdi Amin’den bir farklarının olmadığının altını çiziyor.

Altındağ hadisesi karşısında siyasetin utanç verici sessizliğini ve popülist tutumunu gayet anlamlı cümlelerle eleştiren Yıldıray Oğur, “Mültecileri her an ülkeden gönderilebilecek yığınlar olarak göstermek, onları daha fazla saldırıya açık hale getirmekten, toplumsal öfkeyi artırmaktan başka bir işe yaramaz… Muhalefet, bu hukuksuz ve insani olmayan çözümlerle tehlikeli bir popülizm kumarı oynamak yerine daha fazla entegrasyon için iktidarı zorlamalı, Avrupa ile yapılan anlaşma sorgulanmalı… Yoksa Avrupa ile ilişkiler ve Suriye’nin durumu bu haldeyken, 10 yıldır düzenlerini Türkiye’de kurmuş, iyice entegre olmuş dört milyon insanı davul zurnayı bırakın, Ümmü Gülsüm’le, Feyruz’la bile Türkiye’den gönderemezsiniz… Davulu zurnayı da susturup zorla göndermeye kalkarsanız da adınız tarihte ülkedeki Hintlileri bir gecede kapı dışarı eden İdi Amin’le aynı sayfalarda yazılır.” diyor.

Yıldıray Oğur’un Karar gazetesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısının tam metni şöyle:

YA DAVUL ZURNAYLA GİTMEK İSTEMEZLERSE?

Bir Suriyelinin işlediği cinayet sonrası Ankara Altındağ’da yaşayan 50 bin Suriyelinin evlerine ve işyerlerine karşı korkutucu saldırılar karşısında siyasi parti liderlerinin kayıtsızlığına dikkat ettiniz mi?

Tek bir tanesi olay yerine gitmedi, olayla ilgili söz söylemeye cesaret edenler bile Suriyeli bir katil yüzünden masum Suriyelilerin evine saldıran, dükkanlarını talan eden “vatandaşlara” sağduyu çağrısı yapmanın ötesine geçemedi.

Bir tweet için bile ortalığı birbirine katan, emekli askerlerin bildirisine karşı devleti teyakkuz haline geçirmiş, üç kişi bir araya gelse Gezi olaylarını, darbeyi hatırlatan iktidarın sözcüleri sessizliğe gömüldü, mülteciler meselesinde hassas Cumhurbaşkanı bile başkentteki bu 6-8 Ekim provası için sessizliği tercih etti.

Evinin önüne linçci kalabalıkların gelmesinin ne demek olduğunu en iyi bilen, daha yakın zamanlarda Rize’de ve Sivas’ta benzer saldırılar yaşamış Meral Akşener de tek kelime edemedi.

Adı Cumhurbaşkanlığı adaylığı için geçen Ankara’nın belediye başkanı Mansur Yavaş, kendi şehrinde masum insanların evlerine saldırılar sürerken, olay yerine gidip bir sükûnet çağrısı yapacağına, Twitter’dan “kontrol edilemez bir hal almadan misafirlerin ülkelerine dönmesi”nden bahsetmeye devam etti.

Mülteciler meselesinde daha duyarlı olması beklenen Davutoğlu ve Babacan bile ortalama tweetlerle konuyu geçiştirdiler.

Hatta Babacan, katıldığı bir televizyon yayınında, Başbakan Yardımcısı olduğu sırada canlarını kurtarmak için sınırlara yığılan Suriyeli mültecilere kapıların açılması kararından “haberi olmadığını”, “kendisinin sadece ekonomiyle ilgilendiğini” söyledi, savaştan kaçan insanlara sınırları açma ‘suçu’nu başkalarına atmaya çalıştı.

Ankara’nın ortasında masum insanların evlerine sırf katille aynı milletten oldukları için saldırılıp, dükkanları yağmalanırken, CHP Lideri Kılıçdaroğlu ise hala çoktan yalan haber olduğu ortaya çıkmış “göndere Afgan bayrağı çekilmesi”nden bahsediyordu.

Bekir Ağırdır’ın tabiriyle “çığ tehlikesi varken, bağıran” CHP lideri, haftalardır mülteciler meselesini siyasi gerilimin ortasına taşırken, beş milyon mülteciyle birlikte yaşadığımızı ve bu ülkede bir gerilimin bile nasıl büyük trajedilere dönüşebileceğini unuttu ve en çok ona tanıdık gelmesi gereken o linç gecesinden sonraki gün bile hala “Sevgili vatandaşlar, herkes çok hassas farkındayım, sakin olmak zorundayız. Biz bu sığınmacı sorununu çözeceğiz; ve tabii ki bunu aklıselim ile yapacağız. Davul zurna ile uğurlayacağız misafirlerimizi. Lütfen sakin olun ve bize güvenin” diyebildi.

Kılıçdaroğlu’nun, “Misafirlerimizi davul zurna ile uğurlayacağız” nezaketi içinde söylemesi, önerdiği çözümü nazik yapmıyor.

Çünkü benzerini diğer liderlerin de dillendirdiği bu çözümde ne Suriyelilere ne istediklerini sormak var ne de uluslararası hukuk ne der kaygısı.

Çünkü ortada bir çözüm değil, kötü bir popülizm var.

Zaten ev taşlayıp, dükkan yağmalamayı “vatandaşların hassasiyeti” olarak gören liderlerin bu aşırı hassasiyetinin sebebi konunun hassasiyeti değil, anketler.

Önlerine giden anketlere bakınca, parti ayrımsız halkın en az yüzde 70’nin mültecilere, hatta ad vererek Suriyelilere karşı olduğunu ve ülkelerine dönmelerini istediğini görüyorlar.

Gittikleri şehirlerde sürekli mültecilerden şikayet edenleri duyuyorlar.

Bu dalganın üzerinde siyaset yapıyorlar.

Halbuki bunda şaşılacak bir şey yok.

Dünyada yanı başında, yabancı, dilini bilmediği kalabalık ve yoksul mültecilerin yaşamasına bayılan bir halk yok.

Gallup’un son araştırmasına göre Yeni Zelanda, Kanada, İzlanda, Avustralya gibi gerçek üstü ülkeler haricinde kimse mülteci istemiyor.

Pek çok Avrupa ülkesindeki oranlar Türkiye’den kötü.

Ama halklar etraflarında kendilerine benzemeyen yabancılar görmek, ekonomilerini onlarla paylaşmak istemiyor diye temel bir insan hakkı olan sığınma hakkı rafa kaldırılamaz.

Çünkü mültecilik, sığınmacılık bir turizm türü değil, zorunluluk.

Maalesef biz de tarih boyu dünyanın en yoğun mülteci trafiğinin olduğu güzergahın üzerinde oturuyoruz.

Ve maalesef en uzun sınır hattımız olan Suriye’de 10 yıl boyunca iç savaş yaşandı.

Türkiye’nin bu savaştaki rolü üzerine yapılan abartılı yorumlar bir tarafa, coğrafya kader ve Türkiye, Suriyeli mülteciler konusunda Almanya ile aynı koşullara sahip değil.

Nitekim ülkesini terk eden 6,5 milyon Suriyelinin %80’inden fazlası komşu ülkelerde yaşıyor.

Türkiye’de 3,6 milyon, Lübnan’da 1 milyon, Ürdün’de 600 bin ve Kuzey Irak’ta 250 bin Suriyeli sığınmacı var.

Göç eden Suriyelilerin yüzde 20’si Avrupa ve diğer ülkelere gidebilmiş.

Türkiye’nin de tarafı olduğu sığınmacı, mülteci hukukundan biraz haberdar olanlar da kimsenin zorla ya da kendi isteği dışında davulla zurnayla, kaçtığı ülkeye geri gönderilemeyeceğini bilir.

Muhalefet vaktini bu içi boş ama tehlikeli popülizm ateşine odun atmakla harcayacağına, eleştirilerini 2016’da yürürlüğe giren ve Suriyelilerin Türkiye’den ayrılamamasına neden olan Geri Kabul Anlaşması’na yoğunlaştırabilir. Tabii o anlaşmanın alternatifi de yeni Aylan Kurdi trajedileri olabilir.

Peki, Türkiye’de mülteci sorununu bu kadar acil çözülmesi gereken bir sorun haline getiren şey ne?

En güncel motivasyon sınırlardan kalabalık kafileler halinde kaçak olarak giren Afgan genç erkek görüntülerinin yarattığı tedirginlik.

Yıllardır süren bu göç dalgası, son zamanlarda arttı ve medyada daha görünür oldu.

Bunun yarattığı haklı endişeler ve sorular ve sorgulamalar var.

Tabii bu haklılığın, Afganlar için ırkçı hakaretlere varması bir kaç dakika sürüyor.

Peki, konunun Afganlardan hızlıca tekrar Suriyelilere gelmesinin motivasyonu acaba acil ekonomik ve sosyal sorunlar mı yoksa mesele yaklaşan seçimler nedeniyle daha çok politik ve ideolojik mi?

Mültecilerin talebi yüzünden artan ev kiraları, alt düzeydeki iş kollarında işverenlerin daha az ücret ödediği mültecileri tercih etmesi nedeniyle yaşanan işsizlik sorunları bütün dünyada benzer örnekleri olan mültecilik kaynaklı ekonomik ve sosyal sorunlar.

Ama bu sorunlar 10 yıldır var.

10 yıl önce Suriyelilerin, şehir hayatına daha yabancı, daha yoksul, daha çaresiz ve daha işsiz oldukları zamanlarda bu sorunlar daha keskindi.

Bugün Suriyeliler derken artık 10 yıl öncekinden farklı bir topluluktan bahsediyoruz.

Türkiye’de 2019’un sonu itibarıyla geçici koruma statüsü verilmiş, yani kayıt altına alınmış, kimlik verilmiş Suriyeli sayısı 3.587.566.

Bu sayı Türkiye nüfusunun %4,37’sine tekabül ediyor.

Türkiye’deki Suriyelilerin artık sadece yüzde 1.7’si kamplarda yaşıyor. Yani Suriyeliler artık şehirlerde.

3.5 milyon Suriyeliden 1.5 milyondan fazlası 18 yaşın altında. Yani sosyalleşmelerini Türkiye’de yaşamışlar.

Bunlardan 550 bini ise zaten Türkiye’de doğmuş. Sadece 2019 yılında Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 170 bin.

Okul çağındaki yani 5-17 yaş arasındaki çocuk sayısı 1 milyon 82 bin. 2016 yılında Arapça eğitim bırakılıp, Türkçe eğitime geçildi ve bu çocukların yüzde 63’ü yani 600 bini okula gidiyor. Üniversitelerdeki Suriyeli öğrenci sayısı ise 33 bin.

Suriyelilerin hepsi kaçak işçi de değil. Yüzde 38’i sigortalı olarak çalışıyor. 1 milyon Suriyelinin çalışma hayatında olduğu tahmin ediliyor. Bu sigortalılık oranı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında belki iki katıdır.

Son üç yılda 120 bin Suriyeli de Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Suç oranları İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre Türkiye ortalamasının çok altında.

Yani artık Suriyelilerin önemli bir kısmı iş güç sahibi, kamplarda değil şehirlerde bizimle birlikte yaşıyor, çocukları okula gidiyor, pek çoğu Türkçe öğrendi, aralarında iş sahibi olanlar, yanlarında Türkleri istihdam edenler bile var.

İçinde her türden insan olan 3.5 milyondan fazla dili farklı yabancının 10 yıldır bu ülkede yaşadığını düşünürsek çatışma, kriminal olay bilançosu da hiç yüksek değil.

Yani ortada devletin politikasızlığına rağmen doğal bir entegrasyon var.

Türkiye’nin baskın popüler kültürü ve gündelik hayat pratikleri daha önce pek çok milleti olduğu gibi Suriyelileri de asimile ediyor.

Altındağ’da olayların meydana geldiği Önder Mahallesi’nde yaşayan 50 bin Suriyelinin esnaflık yapanları dışındakilerin çoğu yakınlardaki Siteler’de bulunan mobilya atölyelerde çalışıyordu. Tıpkı o mahallede yaşayan Türkiye vatandaşları gibi.

Her sene bu topluma daha çok entegre olan, iş güç sahibi aileler olarak aramıza karışan Suriyeliler neden 2021 yılında birden bire tekrar mutlaka ülkelerine gönderilmesi gereken insanlar statüsüne geçtiler?

Düzensiz Afgan göçüyle depreşen siyasi ve ideolojik kaygılar yüzünden.

Milliyetçiler için Suriyeliler “Türkiye’nin demografisini bozuyor.”

Türk milliyetçiliğinde en tanıdık tema olan ve uğruna epey büyük günahlar işlenmiş “Türkler Anadolu’da azınlık haline gelecek” korkusunu tetikliyor bu “sayıları hızla artan” yabancı kalabalık.

İkinci büyük ideolojik ve siyasi mülteci karşıtlığı AK Parti yorgunu laiklerde.

Onların önemli bir kısmı da Suriyelilerin demografiyi bozduğunu düşünüyor ama ırkları yüzünden değil, yaşam tarzları yüzünden. Onlara göre, Türkiye’de zaten sayıca çok olan İslamcı-AK Partili kalabalığa yenileri ekleniyor.

Suriyelilere siyasi saiklerle seçim yılına doğru vatandaşlık dağıtılması gibi daha haklı tarafları olan endişeler de var.

Ama bu endişelerin hiçbiri mülteciler yüzünden hayatı felç olmuş, sıkıntı çekmiş, işsiz kalmış insanların endişeleri değil.

O yüzden de günlük hayatında alt düzeydeki iş kolları dışında Suriyelilerle fazla karşılaşmayan orta sınıfların mülteci karşıtlığı daha şedid, daha politik, daha tavizsiz.

Arzu Sabancı’nın ancak Bodrum’da önünden geçecek bir mülteci teknesinde görebileceği mültecilere olan düşmanlığı o yüzden ekonomik ve sosyal değil, politik ve ideolojik.

Siyasetçiler, zayıflayan iktidarı seçimlere doğru zorlamak için bu popüler siyasi ve ideolojik öfkeyi kullanıyorlar.

Ama mülteci karşıtlığının sandıkta, siyasetçilerin dillerini küçük çaplı bir 6-7 Eylül olayı karşısında bile lal edecek kadar ağızları sulandıracak bir karşılığı olmayabilir.

Olsaydı 2015 yılından bu yana sınırlarını Suriyeli yeni mültecilere kapatan ve aynı 4 milyona yakın mülteciyle yaşayan Türkiye’de son altı yıldır yapılan beş seçimde bunun etkilerini görürdük.

Örneğin, en az altı yıldır 50 bin Suriyeli ile birlikte yaşayan, ilk büyük krizde etnik bir linç girişimine varacak kadar öfkeyle dolmuş Altındağ’da AK Parti; 7 Haziran 2015’de yüzde 54, 1 Kasım 2015’de yüzde 63, 2017 referandumunda yüzde 63, Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 65 ve son yerel seçimlerde yüzde 64 destek görmüş.

Yani tam tersine mülteci karşıtlığı üzerinden ortaya çıkan milliyetçi dalga, Batı karşıtlığı, anti-hümanizm, linç kültürü günün sonunda muhalefetin başına çorap örebilir, siyasi atmosferi iktidarın istediği bir yere çekebilir.

Mültecileri her an ülkeden gönderilebilecek yığınlar olarak göstermek, onları daha fazla saldırıya açık hale getirmekten, toplumsal öfkeyi artırmaktan başka bir işe yaramaz.

Muhalefet, bu hukuksuz ve insani olmayan çözümlerle tehlikeli bir popülizm kumarı oynamak yerine daha fazla entegrasyon için iktidarı zorlamalı, Avrupa ile yapılan anlaşma sorgulanmalı.

Yoksa Avrupa ile ilişkiler ve Suriye’nin durumu bu haldeyken, 10 yıldır düzenlerini Türkiye’de kurmuş, iyice entegre olmuş dört milyon insanı davul zurnayı bırakın, Ümmü Gülsüm’le, Feyruz’la bile Türkiye’den gönderemezsiniz.

Davulu zurnayı da susturup zorla göndermeye kalkarsanız da adınız tarihte ülkedeki Hintlileri bir gecede kapı dışarı eden İdi Amin’le aynı sayfalarda yazılır.

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!