Kaderine Terkedilmiş Keder / Serdar Akın
Büyük bir binanın en alt katında, iklimin sıcak olduğu bir akşamda soğuk bir salon coşkulu bir karşılamaya hazırlanmışçasına süslenmiş. Masaların üzerindeki balonlar, masalardaki yemek kaplarına bağlanmış havada asılı duruyor. Her balonun üzerinde bir rakam var ve hangi aile hangi masaya oturacağını biliyor. Düzene sokulmuş, kadınlı çocuklu aileler sandalyelerinde büyük bir anın gelişini gözler gibi bekleşiyor sessizce. Bekleyiş… Fıtratlarındaki heyecan ve coşku ile çocuklar oradan oraya söz yetiştirip, gülerken kadınların mahzun duruşları ve kimi zaman çocuklarını sakinleştirici hamleleri hemen dikkat çekiyor.
Burada oluşları, gözlerinin içine saklanmış utangaçlıklarını gizleyemiyor. Çoğu örtülü, bir kısmı açık kadınların yerlerinden hiç kalkmaksızın sanki bir yerlerden emir almışçasına sakin oturuşları çırpınmanın boşluğunu, acizliğin gücünü uzun yaşamları boyunca tecrübe etmiş insanlara has davranışları çağrıştırıyor. Bütün bir direniş gücü tükenmiş, isyandan itaate razı olmuş bir topluluk gibiler.
Sıklıkla başörtülü kadınların olduğu bir bölümde yaşı elliyi geçmiş açık bir kadının karşısında kıvırcık saçlı küçük bir kız çocuğu oturmakta, sessizce annesine bakıyor. Hemen salonun girişinde, bütün imkânsızlıklarına rağmen siyah kaşlarına inat sarı saçlarıyla bir genç kız çevresindeki arkadaşlarının ilgi odağı olmuş, hayat doluyor. On, on bir yaşlarında bir erkek çocuğu hızla koşup yere düşen balonu kapıyor.
Duyulmayan ezan sesini bilen biri haber veriyor. Plastik kaplara zımbalanmış yemekler karışık sert seslerle açılmaya başlanıyor. Hiç kimse saldırmıyor. Minnettar ve şükreden bir topluluğun dinginliğiyle yemekler yeniliyor. Bu esnada çok az kelime çıkıyor. Kimi zaman bir anne başını kaldırıp bakıyor salona, biz davetlilere ve çocuğuna… Sonra tekrar dönüyor tabağına!
Bizim bulunduğumuz bölüm salonu rahat gören bir yerde, ayrıcalıklı gibi görünse de bizim de aynı yemeği yiyor olmamız, ekmeğimizi paylaşıyor olmayı ya da kaderlerimizi ortak kılmayı çağrıştırıyor. Bunun mutluluğu ve kıvancı ile içimin dolduğunu hissediyor, yemeğe ara vererek salonu tekrar tekrar gözlemliyorum.
Baştan beri gördüğüm eksikliği şimdi soruyorum.
-Neden hiç erkek yok?
-Çünkü bunlar yetim aileler…
Bu cevap yeterli oluyor. Gün boyu gezdiğimiz Burj el Barajnah ve Şatilla kampı gözlerimin önüne geliyor. Başımızın üstünde, birbirine geçmiş pek çok elektrik kabloları ve su borularının gezindiği, pis suların kimi yerlerde çöreklendiği, sağımızın ve solumuzun iki cellat gibi sıkıştıran duvarlarıyla o dar sokaklar aklıma geliyor.
Gezintimiz esnasında karşılaştığımız bir yaşlı adamın bu derme çatma, üst üste ve birbirine geçmişçesine öylesine yapılmış kampa 1949 yılında geldiğini söylediği o an geliyor. Burada yıllarını geçirmiş, zalimlerin her defasında zulmüne uğramış, herkes tarafından kimsesiz bırakılmış, katledilmiş, yaralanmış bir kamp…
Ölülerini sokak aralarından çıkartamadıkları için, çatılardan elden ele kamp dışına çıkartılmaya çalışıldığı, 1982 yılının o meşum günlerinde sığındıkları camide 2000 kişinin öldürüldüğü ve oraya gömüldüğü bir kamp…
Lübnan devletinin hiçbir şekilde hak ve hürriyetler vermediği, kimliklerinin dahi olmadığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamadığı bu insanlar, üzerlerinden bir türlü atamadıkları cüzzamlı mahallesi gibi gördükleri, hiçbir şekilde ilgi görmeyen kaderlerine terkedilmiş bir kamp…
Devlet kadar güçlü olan –belki de Lübnan devletinden çok daha güçlü- Hizbullah örgütünün sınırları içinde olan bu kamplar için, Hizbullah’ın da bir sorumluluk duymadığı ortada. Bu insanların parası yok, toprakları yok, kimlikleri yok onların sahip oldukları tek şey, mağduriyetleri ve Hizbullah’ın da sömürdüğü bu!
Yemekler çabucak bitiyor. Arkadaş kuruluşumuz yine balonlarla süslü bir sahnede programını sunmak üzere kırmızı yemenisini başından beline kadar koy vermiş sunucusunu, küçücük bir kız çocuğunu çağırıyor. Eline aldığı mikrofonla, sorular soruyor, salondaki çocuklar yerlerinden bir adım atmadan parmaklarını kaldırıp söz istiyorlar.
Pek çok çocuk ellerini kaldırıp, kimi zaman ayakta heyecanla kendisinin cevap vermesini beklerken, kıvırcık saçlı kız annesinin gözlerinin içine bakıp sakince olup biteni izliyor. Kırmızı örtülü sunucumuz cevaplar için çocuklara söz hakkı verirken kazananlar oyuncaklarla ödüllendiriliyor. Sonra bir küçük kız çocuğu daha geliyor. Baştan ayağa bembeyaz elbisesiyle bir gelini andırıyor. Kur’an’dan süreler okuyor. Salondan büyük alkış alıyor.
Programın sonunda hiç beklemediğimiz şekilde sahneye davet ediliyoruz. “şükran, şükran” ikilemeleriyle karşılıklı minnettarlaşıyoruz. Kimin daha çok kime minnettar kalması gerektiği gerçekten de Allah biliyor. Bu karmaşık duygularla verilen çiçekleri, utangaç çocuklar gibi alırken, içimizden birisinin verilen çiçeği bir çocuğa armağan etmesiyle olağan bir gelenek başlıyor. Teker teker ödüllendirilmek için verilen çiçekleri, ümmetin geleceği çocuklara hediye ediyoruz. Çocuklar bunun için de ellerini kaldırıyorlar, fakat ben baştan beri yaşı ellisini aşmış hüzün dolu bakışlarıyla birbirine bakışan o anne ve hiç elini kaldırmayan, kıvırcık saçlı çocuğuna yönelip çiçeğimi ona armağan ediyorum.
Ayrılık vakti geliyor. Salondan yukarı çıktıkça tenimiz ısınıyor. Birbirimizle vedalaşırken içimizde biriktirdiğimiz sevgiyi, vefayı, mutluluğu, minnettarlığı, iyiliği, umudu, benim gibi Arapça bilmeyenlerimiz “şükran” kelimesinde toplayıp iletiyoruz kardeşlerimize.
Araçlara binip binadan ayrılırken, ancak farların ışıtabildiği kadar bir enkaz yığını içinden geçiyoruz. Biraz ileride kıvırcık saçlı çocuk ve annesini farların aydınlığında tekrar görürken, çocuğun annesine çiçeği gösterdiğini annesinin ona kederle güldüğünü görüyor ve mutlu oluyorum. Aracımız onların yanından geçerken, gözlerim asılı kalıyor, geçtikten sonra arkamı dönüp bakıyorum hala. Nasıl bir eve gittiklerini, orada babasız ve kardeşsiz bir ana bir kız nasıl bir yaşam sürdüklerini düşünüyor hüzünleniyorum. Güneşi dahi görmeden güne uyanıp, karanlığın içinde yok olup gidişlerine üzülüyorum.
Kamptan uzaklaştıkça kamp iyice karanlığa gömülüyor. Zira Lübnan’da gece oldu mu elektrikler tüm ülkede kesiliyor. İşte o zaman, karanlık çökünce bir ayrım daha netleşiyor. Zira zengin bölgelerin ışıkları hiç sönmüyor. Kapatılmış dükkânların ışıl ışıl reklam panoları sabahlara kadar yanarken, bu kamplarda gece silik birkaç ampulden ibaret kalıyor. Tıpkı bu sembolik durum gibi, onları karanlıkta kaderlerine terk edip aydınlık bir yerde onlar için üzülmenin ağır baskısı altında yaşamayı, bencil bir hüznü, sorumluluğu sorguluyorum.
Otele geldiğimde hala, gözlerimin önünden o fotoğraf hiç gitmiyordu. Kederle gülümseyen anne ve küçük bir çiçekle annesine “mutluluk buldum” dercesine bakan kızın karanlıkta yitişi…