“Yeryüzündeki her insan, dünya kaynaklarını paylaşımda, eşit haklara sahip midir?” sorusu insani değerlerini kaybetmemiş her insanda tırmalayıcı bir etki yaratır. Ancak yeryüzündeki kaynakların paylaşımındaki eşitsizlik o derece büyüktür ki; soruyu sorup ardından bu eşitsizliğin meşruiyetini arayan teorisyenlerle doludur “bilim” dünyası!
Bunlardan bir tanesi yoksulluk ve açlık konusunda yazmış olduğu “can kurtaran sandalı etiği” makalesi ile Garrett Hardin’dir. Pek insani olmayan fikirlerini açık bir biçimde ortaya koyması ve temellendirmeye çalışması yazıldığı dönemde teorinin fazlasıyla tartışılmasına sebeptir.
Biyolog olan aynı zamanda ekolojik çalışmalarda yapan Hardin, yukarıdaki soruyu sorduktan sonra; Kaynakların “kontrol dışı göçler ve dış yardımlarla” paylaşılmasının tehlikesinden söz eder.
Ona göre; “Her zengin ülke göreceli olarak zengin insanlarla dolu “cankurtaran sandalı”dır. Belli bir kapasitesi olan bu sandalın etrafında yüzen ve sandala binmek isteyen kişiler için sandaldakiler ne yapmalıdır? Hardin sandala kimsenin alınmaması gerektiğini savunur. Kapasitesinden fazla insanın sandala alınması sandaldakilerin de yaşamını tehlikeye atacaktır. Bazı insanların ölüme terk edilmesi uzun vadede daha fazla insanın ölmesini önleyecektir.”
Bu teori ile göçmenlere, yoksul ülkelere ve yoksullara yardım edilmemelidir. Teorinin devamında ise; “Yardım yapılacaksa da ancak sandalın sıhhatini devam ettirecek, daha rahat yol almasını sağlayacak, arızalandığı zaman tamir edebilecek türden kişilere yapılmalıdır.”
Son zamanlarda sıkça karşılaştığımız haberlerin başında göçmenlere yönelik olaylar oldukça fazla yer tutmakta. Yoksul göçmenlerin, savaş mağduru mültecilerin zengin ülkelere sığınmak için yaptıkları mücadele ile bu ülkelerin göçmen ve mültecileri sınırlarından sokmamak için gösterdikleri çaba “cankurtaran sandalı teorisi”nin uygulama sahası gibi. Geçtiğimiz aylarda AB ülkelerinden bazılarının ülkemizdeki Suriye’li mülteci yükünün bir kısmını üstlenmek istemesi ancak şart olarak kalifiye elemanları tercih etmeleri teorinin diğer boyutunun pratiği olarak karşımıza çıkmakta.
Türkiye son yıllarda ciddi oranda göç alan bir ülke konumunda. Bu göçmenlerin büyük bir kısmı savaş mağduru muhacirler. Resmi kayıtlara göre üç milyonu aşkın Suriye ve diğer savaş bölgelerinden gelen muhacirden bahsedilmekte.
Yapılan araştırmalarda ve birebir diyaloglarımızda bu insanların geleceğe ait planları üç noktada ayrışıyor. Birincisi ve en baskın olanı yurtlarındaki savaşın sona ermesi ile ülkelerindeki normal yaşamlarına geri dönmek. İkincisi Türkiye’de yerleşerek yaşamlarını devam ettirmek. Üçüncüsü ise (ikinci gruptakilerinde hedefinde bu var) Türkiye’yi geçici bir durak olarak görüp ilk fırsatta Avrupa’ya göç etmek.
Ülkemizdeki muhacirlere yönelik insanımızın genel kanısı İslami değerlerimiz ile geleneklerimizin bizlere öğrettiği şekilde. İslami değerlerimiz ensar-muhacir örnekliği, infak-zekat sosyal güvencesi, emanet edilen cana ve mala sadakat boyutundayken. İslami değerleri içselleştirememiş ancak geleneğe bağlı kesimlerde ise misafirperverlik, aman dileyene yardım, özünde insana verilen değer konusunda müspet bir konumda.
Bunun yanında fıtratını bozmuş, klavuzluğunu kargaya teslim etmiş, burnu bataklıktan kurtulmayan, modern zihnin modern kavramları ile hayatına anlam katan insanların varlığından da söz etmek gerekiyor. Bu zihnin muhacirler konusunda iki kıstası sözkonusu birincisi “vatandaşlık” ikincisi “faydacılık.”
Bu iki kıstasın yukarıda anlatılan teori ile ilişkisi oldukça açık, sandalın içindekiler vatandaş, sandala alınabilecekler ise faydalı olması beklenelerdir. Gerisi ölüme terk edilmesi gereken tehlikeli fazlalıktır.
Vatandaşlık; modern ulus devletin ürettiği, ulus devletle sınırlı bir siyasal ve coğrafi topluluğun üyesi olarak bireyin bu üyelikten dolayı sahip olduğu statü, hak, sorumluluk ve çıkarlar olarak tanımlanır. Bu tanımla hak, katılım ve mensubiyet ile birey toplumun bir üyesi yapılırken, diğer taraftan o toplumun üyesi ol(a)mayanları da tanımlar. Vatandaşlık toprak üzerindeki egemenlikle bağlantılıdır. Buradan hareketle ulus devlet topraklarında yaşayanlar birincil aidiyetlerine bakılmaksızın türdeş, eşit ve homojen olarak kabul edilmekte dışarıda bırakılan insanlara asimilasyon, entegrasyon ve ayrımcılık dışında seçenek bırakılmamaktadır.
Kendilerini vatandaş diğerlerini vatandaşlığın getirdiği hakları gaspetmeye çalışan düşmanlar olarak görme hastalığına modernizmin dünyasında yaşayanlarda şahit olmaktayız.
Faydacılık; Eskiçağda etkin olan “haz ve hazza dayalı mutluluk anlayışı” temelinde Rönesans ve sonrasındaki evrede yeniden gündeme gelmiştir. Jeremy Bentham’ın 18.yy sonunda başlattığı, James Mill ve John Stuart Mill’in geliştirdiği teori toplumun önüne sürülmüş ve 20.yy’a gelindiğinde oldukça yaygın bir yaşam alanı bulmuştur. Bu teori modern sanayi toplumunun “refah” anlayışı ile yakından alakalıdır. Hazza bağlı mutluluk düşüncesi yerine refah ve refahın iyi olduğu düşüncesi kullanılır. Doğru işlerin ölçüsünü ise elde edilen “sonuç” belirler artık. Böylece faydacılığın üç ana kavramı ortaya çıkmıştır. Bunlar; insan eylemlerinde ve yapılan işlerde elde edilen “fayda”, bu eylem ve işlerden insana sağlanan “refah” ve elde edilen “sonuç”tur.
Faydacı bakış açısı teoriyi sevimli hale getirmek ve meşrulaştırmak adına toplumsallaştırmaya çalışmış bunun için yapılan eylemin olabildiğince çok sayıda insana, en yüksek düzeyde mutluluk sağlıyor olması gerektiği söylenmiştir. Kavramın günlük dildeki anlamı ile anlaşılmaması ve kaba bir hazcılığa indirgenmemesi gerektiği savunulmuş bunun yolu olarak ise “seçkincilik” tavsiye edilmiştir. Seçkin bir karekterin, seçkinliği dolayısı ile daha mutlu olacağı önermesinden yola çıkılarak, seçkinliği çoğaltan ve arttıran yönde çalışmalar yapmanın faydacılığın amacına uygun olacağı vurgulanmıştır. Bu söylem faydacılığın refah hedefini, toplumun tamamına yayma amacına şamil gibi gözükmekle beraber teorinin temelinde bulunan faydaya ulaşmak için birbirlerinin sırtına binen kişi veya toplumların varlığı böyle bir söylemin tutarlı olmadığını göstermiştir. Öyle ki; kendi toplumlarındaki insanların iyi ve mutlu olması için başka bir topluma atom bombası atabilecek bir pilotun hangi ahlaki gerekçe ile bu güdüyü gerçekleştirebildiği sorgulanmaya muhtaçtır.
Tartışmalarda öne çıkan en marjinal görüş ise “bencillik” kavramı olmuştur. Bernard de Mandeville; “insanda esas olan ve onu başarıya götüren duygunun bencillik olduğunu” söyler. 18. yy’da yazdığı “arı masalı ve kamu yararlarına dönüştürülmüş özel kötülükler” adlı kitabında insanın ahlaki boyutunu yadsır. Ahlakın toplumun iyiliğine ve kültürün gelişimine katkısı olmadığını iddia eder. Bütün insanların erdemli olduğu bir dünya mümkün değildir. Bu yüzden bencillik her türlü verimli eylemin kaynağı, toplumun refah ve yaşam seviyesinin gelişmesinin anahtarıdır.
Ülkemizde her türlü olumsuzluğun gerekçesini “bu Suriye’liler geldi böyle oldu” kolaycılığı ile açıklamaya çalışanların ortak söylemi “muhacirlere düşmanlık” boyutunda birleşmekte. İslami ve örfi değerlerin ötesinde insani değerlerini de kaybedenler modern ulus devletin vatandaşlık imtiyazından hareketle kendilerini asli muhacirleri sığıntı olarak görme kibrini yaşamaktalar.
Bu düşmanlığı körükleyen eylem ve söylemlerin sahibi ulusalcı ana muhalefet lideri, konu faydacılık boyutuna geldiği zaman iç siyasette sınırdışı edecek kadar muhacir düşmanlığı, dış siyasette mülteci duyarlılığı sergilemekten geri kalmamıştır. Öyle ki, seçim çalışmalarına başladığı Belçika’da gurbetçilere; “Türkiye mülteciler konusunda gerekeni yapmıştır, Avrupa’nın da sorumluluk alması gerekmektedir.” diyebilecek hassasiyeti(!) göstermiştir.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği yaptığı açıklamada; yılbaşından beri Avrupa’ya ulaşan mültecilerin sayısının (218 bininin ekim ayında olmak üzere) 744 bini aştığını duyurdu. Bu sayının her ay üzerine koyarak arttığını duyuran komiserlik , Türkiye üzerinden ekim ayında Yunanistan’a 210 binden fazla mültecinin geçtiğini, Avrupa’ya geçmek isterken Akdeniz’de hayatını kaybedenlerin sayısını ise 3 bin 329 olarak açıkladı.
Tabi bunlar teori denebilir ancak son zamanlada yaşanan mülteciler ve mültecilerin muhatap oldukları devletlerle alakalı karşılaştıkları durum gerçek. Bu teoriler refah seviyesi yüksek ülkelerin iktidarları tarafından kabul edilmiş gözüküyor. Sorunu çözme iradesi ortaya koymaya çalışanlar dahi soruna asıl sebep olan “yeryüzündeki kaynakların adaletsiz paylaşılması, sömürülmesi” gerçeğini görmemezlikten gelmekteler.
Rabbimizden öncelikle insanların yurtlarını terk etmelerine sebep olan savaşların son bulmasını, savaşlarda adaleti ikame etmeye çalışanların kazanmasını, yurtlarından zulüm dolayısı ile göç edenlerin evlerine dönmelerini, ülkemizde misafir olanlara gerektiği gibi ensar olabilmeyi diliyorum.
Ülkemizde ve Avrupa’da insani değerlerini kaybedenlerin ise Modernizm’in şekillendirdiği kronikleşmiş ulusalcılık, faydacılık ve bencillik hastalıklarından kurtulup ıslah olmalarını temenni ediyorum.