Mülteciler, Turistler ve Kendini Bilmezler

MEHMET ALİ KAÇMAZ

Mülteci kavramı Türk Dil Kurumu sözlüğünde “sığınmacı” olarak Türkçeye çevrilmiş. Sığınmak yani daha iyiye kaçmak anlamına gelebileceği gibi aynı zamanda denize düşen yılana sarılır misali daha çok mecburiyeti tanımlar. Günümüz dünyasında ne yazık ki sığınmacılık beraberinde “ezikliği”, karşısındakinin her türlü zalimliğine karşı sessiz kalmayı da gerektirir. Çünkü Ensar’lık, misafirperverlik, kardeşlik ulus devletlerin inşa ettiği zihinlerce yıllardır yok edilmeye çalışılmakta. Dün çarşaflılar İran’a diyenler bugün İran ile, dün Kemalist zihniyeti eleştirenler bugün Kemalistlerle; aynı çabanın günümüz parçaları olarak karşımıza dikilmiş durumdalar.

Aslında Türkiye, bu coğrafyada mülteciliği en iyi anlayabilecek insanların yaşadığı ülkedir. Muhakkak ki son yüzyılın öncesinde de mülteciliğe zorlanmış insanlarımız olmuştur ama ülkenin son yüzyıldaki mültecilerini düşünmek bile yeterlidir. Darbelerin ve insan hakları ihlallerinin birer rutin halinde kol gezdiği Türkiye’de mültecilik bir diğer kimlik olarak herkesin listesinde yer alıyordu. Ki 80 darbesi ve 28 Şubat darbelerinde yurtdışına iltica edenlerin hala gelmedikleri bir vakıa olarak karşımızda duruyor.

Hepimiz biliriz ki Allah geçmişten ders almamızı ister. Bu bağlamda mülteci olmak zorunda kalan kardeşlerimizle dolu olan kendi kara geçmişimizi unutmamız aynı zamanda geleceğimizi yok etmemiz anlamına gelir.

Peki, ne oluyor da bizlere yurtlarımızdan edildiğimiz halde yurtlarından çıkarılanları anlamama telaşesi, hastalığı içerisine giriyoruz? Hangi stratejik ittifakımız veya hangi biatımız zalimlerle aynı safta olmamıza sebep oluyor? Stratejimiz, biatımız haşa Allah’ın ayetimi ki, değiştiremiyoruz?

İşimize geldiğinde “sahabe şurada, şu konuda peygambere “ey Allah’ın Elçisi bu senden mi yoksa Allah’tan mı?” sorusunu sordu” diye tak tak anlatıyoruz. Peki, Suriye’de bunca eziyet, hayasızlık, insanlık dışı olaylar ve katliamlar yaşanırken benzer soruyu imamımıza, cemaat önderimize, liderimize soramıyor muyuz? Yoksa sorduğumuzda alacağımız cevap sonrası biatımızın sarsılacağından mı korkuyoruz?

***

Geçtiğimiz haftalarda Uluslararası Doktorlar Birliği (AİD) ile organize ettiğimiz bir dizi ziyaretlerde bulunduk. Kilis ve Hatay illerine bağlı sınır ilçelerinde ve köylerinde gözlem yapma imkanımız oldu. İlk hafta sadece gözlem yaparken, ikinci hafta ve sonrasında da insani ve İslami bir gereklilik olarak olayın bir parçası olmak adına ziyaretlerimize ihtiyaçların belli bölümlerini karşılayarak devam ettik (ve devam ediyoruz).

Hatay’da sözüm ona barış gösterisi yapanların aslında orada olmayan kargaşayı ortaya çıkarmaya çalıştıklarını yerinde görmek bizleri mutlu etti. İl sağlık müdürlüğü yetkilileri, mültecilerin ilk kaçış zamanlarında halk ile ufak tefek sorunlar yaşadığını fakat sonradan her şeyin normale döndüğünü aktarırken, bunun ilk psikolojik sıkıntıdan kaynaklandığını ve bunun da bu derece sıkıntılı ortamlarda normal olduğunu aktardılar. Aslında ortada daha da normal olan başka bir unsur daha vardı ki o da akrabalık bağlarıydı. Her yıl Ramazan ve Kurban bayramlarında şahit olduğumuz kalabalık bayramlaşmalar, bu defa kalıcı misafirliklere dönüşmüş. Tabi ki, tozpembe bir tablo çizmek doğru değil çünkü İrancılar ile CHP’lilerin aynı safta buluştukları nifak mitinginden sonra Hatay merkezdeki Suriyeliler ile bazı yardım kuruluşları yerlerini terk etmek zorunda kalmışlar. Genele yansımasa da bu terk edişler CHP’liler için olmasa da İrancılar için ekstra bir yüz karası olarak tarihte yerini alacaktır. CHP’nin hanesi bu gibi olaylarla dolu olduğu için pekte kale almaya değmeyeceği düşüncesindeyim.

Mülteciler ve Turistler

Suriye’den kaçıp gelenler devlet tarafından iki kategoriye ayrılmış durumda. Birinci kategoridekiler sınırdan gayri resmi yollardan kaçıp gelenler, bunlara mülteci deniyor. İkinci kategoridekiler ise sınırı resmi yollarla geçip Suriye’den kaçanlar, bunlarda turist olarak nitelendiriliyor. Tabi bu nitelemeler sadece Türkiye Cumhuriyeti için geçerli bir niteleme tarzı değil, tüm devletler için geçerli bir durumdur.

Mülteciler, yasalar gereği belirli yerlerde yapılan kamplarda tutuluyorlar. Kamplara dışarıdan giriş ve çıkışlar yasak olduğu için Suriye’den kaçanlar için korunaklı birer açık cezaevi konumunda. Devlet tarafından sağlık, gıda ve barınma sorunları titizlikle çözülüyor. Bu konularda hiçbir sıkıntıları olmasa da gönülleri ve gözleri hep sınıra bakan dağlardan gelecek zafer nidalarında. En kısa sürede topraklarına dönme arzusu ile yaşamaktalar. Her ne kadar rahatları yerlerinde desek de bir çadırda ne kadar rahat olunabilecekse onu yaşadıklarını hatırlatmakta yarar var. En büyük sıkıntıları dışarıyı çıkamamak olduğunu söylesek te, şimdi daha büyük bir sıkıntı ile karşı karşıyalar. Bu da sınıra yakın olan kampların dolması sebebiyle yeni kampların Kahramanmaraş, Malatya gibi sınırdan uzak yerlere kuruluyor olması. Hemen sınırdaki dağlara bakmanın hazzını hissedemeyecek olduklarını dinlememiz yüreğimizi burkuyor.

Turist konumunda olanların durumu ise mültecilere göre daha kötü. Çünkü turistler devletin korumasını hak etmeyen gruba girdikleri için herhangi bir yardımdan faydalanamıyorlar. Kendi imkanlarıyla mücadele etmeye çalışıyorlar. Ellerinde kalan az bir parayla birleşerek ev tutup, iş aramak zorunda kalıyorlar. Çoğu evde birkaç aile beraber kalıyor ve sadece bir kişi çok cüzzi ücretlerle çalışıyor. Sağlık hizmetleri turistlere çok pahalı olduğu için resmi olarak hemen hemen hiç faydalanamıyorlar. İHH gibi yardım kuruluşları sayesinde temel sağlık hizmetlerini gideriyorlar. Bu sıkıntılar yetmezmiş gibi bir de provokatörlerin saldırıları eklendi. Bu provokasyonlar yüzünden kiraladıkları evleri boşaltıp savaş alanlarına geri dönenler olduğu gibi büyük şehirlere göç etmek zorunda kalanlarda var. Turist konumunda olanların durumlarının ne kadar kötü olduğunu birkaç gün önceki batan tekne için yazılanları okuyarak anlayabilirsiniz. Türkiye’den kaçmaya çalışan yüz civarındaki Suriyelinin bindirildiği tekneden atmış üç ceset çıkarılıp Suriye’ye gönderildi.

Tabi turist olarak gelenlerden bir kesim var ki, onların çabalarından bahsetmeden geçmek durumu eksik tanımlamak anlamına gelir. Bu kesim gönüllü çalışabilmek, direnişçiler aleyhine lobicilik yapmak, içeriyle diyaloğu sağlamak ve özellikle gelen insanları doğru yerlere yönlendirmek için çalışıyorlar. Aralarında bulunan doktorlar da direnişçilerin safından gelen yaralıları tedavi etmek için gönüllü olarak çalışıyorlar.

Kendini Bilmezler

Başlıkta belirttiğim üçüncü kategoriyi kendini bilmezler, haddini aşanlar, kiminle hangi safta duracağının farkında olmayanlar oluşturuyor. Bunların bir kısmından öfkemi tutamayıp yazının başında bahsettim. Bir diğer kısmı ise daha garip. Bunlar kamplarda çalışan güvenlik görevlilerinden, temizlikçilerden, bir kısım sağlık personelinden oluşuyor. Birçoğu taşeron firmalar tarafından yerleştirilen çalışanların bir kısmı, bu garipler sayesinde iş bulduk deyip sevineceklerine psikolojik işkenceye tabi tutuyorlar. Bu psikolojik yıpratma bazen can sıkıcı seviyelere çıkabiliyormuş. Aslında devletin üst kademelerindekilerle bunların hiçbir ilişkisi yok. Çünkü görüştüğümüz tüm üst düzey yetkililer gelenlere misafir gözüyle bakmaktalar ve bir misafire nasıl muamele yapmak gerekiyorsa o şekilde davranılması gerektiği taraftarılar. Fakat alt kademedekilerin bir kısmının tavır ve davranışları üst düzeydekilerinden çok farklı.  Gelen insanların gözleri önünde sevdiklerinin katledildiği unutulmamalıdır. Bizim onları rehabilite etmemiz yerine onlara psikolojik baskı yapmamız insani değil. Bu sebeple bu gibi yerlerde çalışanlar da gönüllülük aranmalı! Tekrar etmek gerekirse gelenlerin konumlarını, itibarlarını, sevdiklerini kaybedip geldiklerini, yerlerinden yurtlarından edildiklerini unutmamak gerekir.

Tam da bu konudaki şikayetleri dinledikten sonra gittiğimiz sınır bölgesinde, benzer bir olaya da şahit olduk. Sınır tellerinin arkasında üç gündür güneşin altında perişan bir vaziyette bekleyen kalabalığa su ve ekmek götürürken, bir askerin onlara bağırıp çağırmasına şahit olduk. Komutanına yapılanın yanlış olduğunu anlattık fakat bunun pekte işe yaramayacağını anlayıp oradan geri gelmek zorunda kaldık. Bu er gibi kraldan çok kralcılar yüzünden insanların bir kısmı büyük sıkıntılara maruz kalmaktalar.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen Suriyeliler gelecekten umutlular ve kulakları direnişçilerin vereceği zafer haberlerinde. “Sıkıntı ne kadar fazla ise zafer umudumuzda o kadar fazla, sıkıntımız çok ama umudumuzda çok” diyorlar. En çok mücahitlere yardım etmemizi istiyorlar. Mücahitleri şu şekilde tanımlıyorlar: “Mücahitler bizim cerrahi bıçaklarımız, onlar cerrahi operasyon yaparak Esad'ın akıttığı kanları durduruyorlar.” Yani kanın durmasını istiyorsanız onlara yardım edin diyorlar.

Son olarak sizlerden oralardaki kardeşlerinizi ziyaret etmenizi isteyebilirim. Her ziyaret kendilerini daha da mutlu ediyor ve kısa süreli de olsa acılarını unutmalarını sağlıyor. Bu basit mutluluğu kendilerinden esirgememeniz dileğiyle.