1922 yılında Kudüs’teki dayısının daveti ile Orta Doğu’ya adımını atan Muhammed Esed, yaklaşık bir buçuk sene sonra tekrar Avrupa’ya dönmüştü. Burada gazetecilik faaliyetlerine devam eden Esed, Avrupa’nın önde gelen gazetelerinden teklif almış ve tekrar hasret çektiği topraklara dönme fırsatını yakalamıştı. Arapça öğrenmek ve Kahire merkezli bir gazetecilik faaliyetini yürütmek için Mısır’a gelen Muhammed Esed, daha önce Filistin’de yakalandığı sıtma hastalığıyla boğuşuyordu. Genellikle Ezher’den öğrencilerle vakit geçiriyor, dil yeteneklerini geliştirirken, İslam ve Arap kültürüne dair incelikleri de derinden öğreniyordu. Hastalığı esnasında, geçen sene ziyaret ettiği İstanbul’daki hatırası zihnini kurcalıyordu. Muhammed Esed, İstanbul’a geldiği zaman Beyoğlu, Pera, Üsküdar ve Fatih civarlarında vakit geçiriyor, henüz cumhuriyetle tanışmamış bir halkın profilini çıkarıyordu.
Fatih Camii, 1940'lar...
Arap beldelerine pek benzemeyen ama Avrupa kadar da donuk ve ruhsuz olmayan İstanbul’un dindarlığına dikkat kesilmişti. Bir buçuk senesini Filistin’de, Kudüs’te geçiren Muhammed Esed, kısa bir süre için Avrupa’ya dönüş yolu üzerindeki İstanbul’da, Üsküdar’ın dar ve kibar sokaklarında gezerken bir Mevlevi ayinine denk geldiğini anlatmaktadır. Bir caminin içerisinde bir mürşit ve Mevlevi giysili müritleri semazen gösterisi icra ediyorlardı. Aylar sonra hatırına gelen bu kesiti Ezher Üniversitesi’nden öğrencilerle müzakere etmek istemişti. 23 yaşında Avrupalı bir Yahudi olarak şahit olduğu bu Mevlevi ayininden zihinsel ve manevi olarak çok etkilenmiş ancak aylar sonra niçin böyle bir durumu incelemediğini fark etmişti. Ezher kütüphanesinden birkaç kitap inceleyerek bu tür bir ayinin İslami ilkelerle çok da örtüşmediğini, o zamandan fark edebilmişti. Muhammed Esed’e göre zihinsel ve entelektüel bir yolculuk, İslami prensiplere daha uygundu. Bu, maneviyatın ve ahlakın saf dışı bırakılması anlamına gelmiyordu. İslam kardeşliği ve Peygamber ahlakı ile müminler arasında kopması imkansız bir uhuvvet ve maneviyat bağı zaten mevcuttu.
Esed, Orta Doğu’dan sonra Avrupa’ya gittiği zamanki huzursuzluğunu Türkiye’de geçirdiği vakitlerle telafi edebilmişti. Avrupa’ya geçtiği sıralarda sanki 20 küsur senedir Avrupa’da yaşamamış gibi yabancılık hissediyordu. 18 aylık süre içerisinde Arap beldeleri arasında mekik dokuyarak Müslüman dünyanın manevi havasını soluma imkanı yakalamıştı. Avrupalı bir Yahudi’nin, Arap ve Müslüman kültürüne duyduğu sıkı aidiyet; şehirlerine, insanlarına, çöllerine, yemeklerine, seslerine ve iklimlerine duyduğu muhabbet neyin alameti olabilirdi:
“Güçlüyüm gencim sağlığım yerinde. Böyle fazla yorulmadan arazide saatlerce yol alabilirim. Necid’in şehirli insanlarının bile uzun çöl yolculukları için kaçınılmaz gördükleri bir çadıra, en ufak bir lükse ihtiyaç göstermeden tıpkı bir bedevi gibi, çöllerde uzun süre yolculuk yapabilirim, yıllarca yaptım da bunu. Bedevi hayatının ayrıntılarına, küçük becerilerine Necid Araplarının adet ve alışkanlıklarına aşinayım. Bütün bunlar farkında olmadan benim sevdiğim şeyler oldu benim için. Fakat olup olacağı bu mu? Sadece bir Arap gibi yaşamak ve giderek Araplaşmak için mi Arabistan’da harcamıştım bunca yılı? Yoksa bütün bunlar beni bekleyen daha derin oluşumlar, daha köklü değişiklikler için bir hazırlık mıydı?”1
Fıtratı itibari ile sorgulayan, eleştirel düşünceye önem veren, mantık çerçevesinde konuşan, bütünselliğe ve tutarlılığa dikkat eden Muhammed Esed, yirmili yaşlarının başında genç bir Yahudi olarak Siyonizm’i, ortaya koyduğu siyasi anlatı ve gayeleri de kritik eden bir perspektiften değerlendiriyordu. Ona göre çerçevesi çizilmiş bir projeksiyon, kendi imkan ve şeraitinde, ahlaki ve mantıki esasların mihmandarlığında yol yürümeli ve bu ilkeler doğrultusunda mücadele vermeliydi. Ancak Siyonizm, o dönemde küresel emperyalizmin bayraktarlığını yapan İngilizlerin bir teklifi ve ittirmesiyle can suyuna kavuşacak; bürokratik ve iktisadi engeller ortadan kaldırılacak, ulaşım ve alt yapıda noktasında gerekli destekler sağlanacaktı. Bu süreçler başarılı bir şekilde yönetilse dahi, meselenin temelden çürük bir zemin üzerine inşa edildiği; ahlaka, insaniyete ve adalete mugayir topyekûn bir işgal projesi olduğuna şüphe yoktu:
“Kendim de Yahudi kökenli olmama rağmen Siyonizm’e karşı başından beri güçlü bir muhalefet beslemişimdir içimde. Araplardan yana beslediğim sempati bir yana, büyük ve yabancı güçler tarafından desteklenen Yahudi göçmenlerin, ülkede nüfus çoğunluğunu sağlamak yolundaki niyetlerini hiç de saklamadan bu ülkeye doluşup çok eski çağlardan beri ülkenin gerçek sahibi durumundaki insanları saf dışı bırakmak istemelerini kesin olarak ahlak dışı buluyordum. Ve sonuç olarak ne zaman Arap-Yahudi sorunu gündeme gelse -ki bu şüphesiz sık sık oluyordu- ben Arapların yanında hissediyordum kendimi. Bu tutumum, o günlerde karşılaştığım Yahudilerin pratik olarak kavrayabilecekleri bir şey olmaktan uzaktı şüphesiz. Onların Orta Afrika’daki Avrupalı sömürgecileri hiç de aratmayan bir anlayışla ilkel bir topluluk olarak gördükleri Araplarda benim ne bulduğumu anlamalarına imkan yoktu. Arapların ne düşündüğü onları hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Arapça öğrenmek isteyen bir tek Yahudi bile yoktu içlerinde. Filistin’in Yahudilerin yasal mirası olduğu sloganı herkesin tartışmasız kabul ettiği tek yasa ve tek nas durumundaydı.”2
1923 yılında yani 23 yaşında Muhammed Esed, Avrupa’nın önde gelen gazetelerinden Frankfurter Zeitung için hazırladığı dosya haber sebebiyle Kahire’ye yol almıştı. Kudüs’ten kalkan treni Kahire’ye varmış ve iki haftalık Kahire günleri başlamıştı. Arabistan çöllerinde yürürken gördüğü, duyduğu, hissettiği her şeyi kendine malzeme olarak kabul eden Muhammed Esed, Orta Doğu’nun bu en büyük ve kadim şehirlerinden biri olan Kahire’de heybesine sayısız bahane sığdırabilirdi. Kahireli esnafın ve Yunan tüccarın fiziksel betimlemesini çoktan zihninde yapmıştı bile.
Avrupa’nın Müslümanlara ve Araplara karşı tutumunu çok iyi biliyor ve bu klişelere pek de kulak asmıyordu. Kudüs’e gelip gerçeklere bizzat şahitlik ettiği günden itibaren kendisini bu coğrafyaya ve bu coğrafyanın inançlarına yakın hissettiğini ifade eden Muhammed Esed, daha sonraları bir bedevi gibi Ammice ve bir şehirli gibi fasih Arapça konuşabilecek seviyede Arapça öğrenmeyi kafasına koymuştu. Kahire‘de kaldığı pansiyon ve çalışmalarını yürüttüğü büro arasındaki mesafede volta atarken; sokakları, evleri, mahalleliyi, hatta mahallelinin psikolojik durumunu tasvir edebilecek müteyakkız bir zihne sahipti. Bu beldenin insanlarının niçin sürekli tebessüm halinde olduklarını sorguluyordu. Gamsız ve kaygısız ciltleri gördükçe hayretlere düşüyor, toplumun içinde bulunduğu fakirliğin, istikrarsızlığın ve güvensizliğin niçin bu insanlar üzerinde ciddi olumsuz birtakım etkilere sebebiyet vermediğini düşünüyordu. Standart bir Avrupalının zihninde yer eden avam, barbar ve dengesiz Arap fikrine temelden karşı çıkan Muhammed Esed için bu saplantılı hezeyanların hiçbir önemi yoktu. Aksine açlığın, yokluğun ve korkunun kol gezdiği bu sokaklarda mutlu olabilmeyi, birbirine nasihat edebilmeyi başarabilmiş bu insanlar, Avrupalı klişelerden fersah fersah uzaktılar. Asıl yapmacık ve ruhsuz ve bunalımda olan Avrupa’nın ta kendisiydi.
Kendisi gibi Müslüman olan eşi Elsa ile birlikte Orta Doğu’da şahit oldukları tevekkül ve huzur halini Avrupa’da görememişlerdi. Zaten bu çiftin hidayet öyküsü de burada başlamaktaydı. Tüm imkansızlıklara rağmen mutlu olabilmeyi ve dayanışmayı kendilerine ilke edinen Müslümanların temel motivasyonları neydi? Bu soru Muhammed Esed’in zihninin bir köşesine yer etmişti. 1926 yılında döndüğü Avrupa’da trenle evine giderken, yolcuların yüzündeki somurtkanlık ve huzursuzluk dikkatini çekmişti. Bu kadar nimet ve bolluğun içinde niçin bu Avrupalılar mutsuz ve huysuzdu. Bilinçaltındaki bu kıyaslamayı evine gelene kadar tefekkür etmişti. Yine o sıralar üzerinde inceleme yaptığı İslam dininin, insan hayatına yaptığı olumlu dokunuşları yavaştan hissediyordu. Masa üzerinde açık kalan Kur'an mealinin yaprakları, Tekasür suresini gösteriyordu. Sure, insanın biriktirme hırsıyla dünya hayatını boş ve verimsiz bir şekilde geçirdiğini ve netice itibariyle bu servetin insanı müspet bir menzile ulaştırmadığını anlatıyordu. Bu tevafuk üzere, bilinçaltındaki kıyaslamanın da yardımıyla İslam’ın gerçek mutluluk ve esenlik kaynağı olduğuna kani olmuş, Müslümanları kardeşi olarak kabul etmişti. Esed ve eşinin hidayet öyküsü bu hadise ile vuku bulmuştu.
Muhammed Esed, Müslüman olduktan sonra özellikle 1926 – 32 yılları arasında beş kere bu vazifeyi yerine getirmişti. Hac seyahatnamesini yazdığı yolculuğunu, Mısır, Filistin, Suriye ve son olarak Arabistan güzergahı ile tamamlamıştı. Refiki Zeyd ile birlikte yaptığı her hac yolculuğunda farklı duygulara kapılıyor ve ilk günkü heyecanı yüreğinde hissedebiliyordu. Arabistan’a vardıktan sonra Mekke ve Medine’yi, tıpkı çölleri ve ziyaret ettiği şehirleri arşınladığı gibi turluyor, bu esnada binlerce detaydan bahsedebiliyordu. Medine ahalisinden de sohbet edecek kimseler bulmuş Müslümanların ahvali ve İslam fıkhına taalluk eden bazı meseleleri müzakere imkanı bulmuştu.
Muhammed Esed, tüm seyahati boyunca öğrenebildiği kadar öğrenmeyi, tanışabildiği her insanla muhabbet etmeyi isteyen ve hiçbir detayı atlamayı sevmeyen bir seyyahtı. Medine’de, Mescid-i Nebevi yakınlarında yürürken işittiği ezanın zihninde ve gönlünde hangi taşları yerinden oynattığını da hüzünle anlatmaktadır. Bu ritüelin tüm safhalarını detaylı bir şekilde anlatırken, İslam’ın ona yeniden çağrı yaptığını hissediyor, körpe bir Müslüman formuna yeniden girebiliyordu. Müslüman olduğu andan, ruhunu teslim ettiği ana kadar ömrünü İslam üzere yaşama hedefinden sapmamaya gayret göstermişti. İslam ümmetinin Esed’in bazı eserleri ve fikirleri hakkında ihtilafa düştüğü bilinmektedir. Eksileriyle ve artılarıyla İslam ümmetine değer katan bu nadide isim için Rabbimizden rahmet niyaz ediyoruz.
“Bu birbirleri ile kucaklaşan sonra ayrılıp birbirine yol gösteren seslerin vakarlı çağıltısı insan hançeresinden çıkan başka hiçbir terennüme benzemiyor. Ve kalbim coşku ve heyecanla bu şehre ve bu seslere duyduğum sevgi ile güm güm atarken, birden bütün serüvenlerimin bütün hercai gezip dolaşmalarımın beni bir tek amaca doğru çekip götürdüğünü hissediyorum: bu amaç da insanı ebedi kurtuluşa çağıran bu üstün çağrının anlamını kavramak.”3
Kaynakça
- Muhammed Esed, Mekke’ye Giden Yol, çev. Cahit Koytak, New York, İnsan Yayınları, 1988.
- https://culture.pl/en/article/muhammad-asad-the-polish-jewish-muslim-intellectual
- https://www.trtworld.com/magazine/muhammad-asad-a-jewish-convert-who-devoted-his-life-to-serve-islam-46155