Adâlet peşinde koşan halk hareketlerini bekleyen en büyük tehlike, değiştirmek üzere yola çıktıkları sisteme nihâyetinde öykünmeleridir. Bu tehlikeyi hem ülke içi hem de ülke dışı muhalif hareketlerin değişim-dönüşüm seyrine baktığımızda görebiliyoruz.
Meselâ Saddam Hüseyin’in zulmü emsalsiz zulümler gibi gelirdi bize. Muhalif olan hiçbir harekete geçit vermiyordu çünkü. Ülkeyi demir yumrukla yönetiyor, ırk temelli büyük Arap Birliği hayâlleri kuruyordu. İşkenceler, Halepçe Katliamı, Şiî ve Sünnî muhalif hareketleri tasfiye etmek hemen akla gelen Saddam zulümleridir.
Saddam rejiminin yıkılması ve onun kahrının nesnesi olan muhaliflerin iktidara gelmesiyle adâletin tesis edileceği sanılırdı. Çünkü zulme muhatap kesimlerin zulmün ne olduğunu en iyi bilenler olduğu sanılırdı. Zulümle abâd olunamayacağını onlar tecrübe etmişti, değil mi?
Ama öyle olmadı. Amerikan işgal güçleriyle iş tuttular, onlarla beraber direnişçilere her türlü işkenceleri yaptılar. Irak Kürdistan’ında Barzani, Irak genelinde Maliki birer Saddam olup çıkıverdi sonuçta. Saddam’ın en bâriz karakteri olan megalomani bunların da karakteri oldu. Arap şairinin dediği gibi; bu gece dün geceye ne kadar da benziyor!..
İster solcu, ister sağcı ve hatta isterse İslâmcı hareketler olsun paradoksal olarak muhalif olduğu rejimin problem çözme yöntemlerini farklı söylemler eşliğinde de olsa tevârüs edebiliyor. Sudanlı dostlardan bunun hikâyesini çok dinledim. Hasan Turabi rehberlik yaptığı Ömer El Beşir’i bununla suçluyor.
Katı oligarşik yönetimlerin dünyasında ortaya çıkan muhalifler teşkilat yapılanmalarını nesnesi oldukları oligarşik yöntemlere göre yapılandırıyorlar. Şiddete müracaat eden hareketlerin genelde baskıyı yönetme aracı hâline getirmiş otoriter yönetimlerin sahasında uç vermesi, bir tesadüf değildir elbette.
Bu haraketlere hayat veren insanlar içinde doğup büyüdükleri ve zihin kodlarını oluşturdukları siyasi rejimlerin baskıcı ruhunu farkında olmadan ve bütün muhalif söylemlerine rağmen kendi davranış kodlarında yaşatabiliyorlar. Bu psikolojiyi aşmak sanıldığı gibi kolay değildir. Bu da muhalif hareketlerin reel politiği oluyor sanırım!..
İktidara geldiklerinde kendilerini vareden nedenleri unutup iktidar çarpmasıyla hafıza kaybına uğruyorlar sanki. Dün söylediklerini unutup, dün karşı çıktıklarını tekrarlayabiliyorlar. Hâlbuki celladının aklıyla düşünmek, onun dilini kullanmak, zâlim ve mazlumun yer değiştirmesinden başka bir şey ifade etmez. Değiştirmek istedikleri geleneği sahiplenmeye başlıyorlar. Akıl tutulmuştur artık. Bu zeminde unutulan, en hakiki müttefik olan ilkelerdir.
Hz. Peygamber’in (sas) “Men teşebbehe bi kavmin fe huve minhum / Her kim bir kavme benzerse onlardandır” (Ebu Davut: 4/44. hn. 4031) sözünü biraz da bu perspektiften okumak gerek. Çünkü benzemek zamanla benzediğiyle aynîleşmek tehlikesini içinde barındırır.
Hz. Peygamber (sas) Mekke’nin fethinde kendine ve inananlara zulüm eden müşriklere benzemeyi reddetmiş, savunucusu olduğu rahmet atmosferini ikame etmiştir.
Ama gel gör ki, Hz. Peygamber’i (sas) rehber edindiğini söylediği hâlde büyük veya küçük bir makam elde ettiğinde kimi insanların kendi iktidar alanında muhalifi olduğu zihniyete teslim olduğunu ülkemizde de rahatlıkla görebiliyoruz. Hatta öyle ki, meşrep farklılığı bile dışlayıcı olmalarına yetiyor.
YENİ AKİT