Muhafazakârlığı aşabilmek…

Sait Alioğlu

Hemen her vesileyle belirtmek ihtiyacı duyduğumuz muhafazakârlık bir bütün olarak, ‘biz’i değerlendiriyor gibi algılansa da nihayetinde Fransız İhtilâli’ne karşı kilisenin var olabilmek adına dindar bir kitleye yönelik olarak, yine batıcı donelerle üretilmişti…

Bir dinsel kurum olan kilise artık hayattan elini, eteğini çekiyor ve sığınmacı, karşıtına sığınıcı rollere bürünüyordu, yani kendi bütünlüğü içerisinde muhafazakârlaşıyordu...

Modern algı biçiminin artık hayatın her alanında, resmileştirilme çabaları sonucu biçim verici rolü, kişi ve toplumların her hareketini düzenlediği gibi birbirine karşıt gibi görünse de ideolojik formları veriyordu!

Olaya bu minvalden baktığımızda Türk usulü muhafazakârlık da aynı yol ve yöntemi takip ederek, kimliğinin İslâm olduğunu bildiğimiz bir kitlenin bir yığın ferdini ve çeşitli toplumsal vb. öbeklerini süratle muhafazakârlaştırmıştı. Ki, bizde revaç bulan her şey illaki batıdan geldiğinden dolayı, sözde kendi değerlerimizi korumanın, kollamanın adı sayılan muhafazakârlık da batıdan gelmişti…

Muhafazakârlığın batıdaki öncülüğünü din adamları, yani kilise ehli yaparken, bizdeki öncüleri, daha doğrusu hamalları batıda, özellikle de Fransa’da öğrenim gören, hayatının bir kısmını Paris gibi bir atmosferde yaşamış olan mukayyet insanlardan oluşuyordu.

Onlar saldırgan bir batıcılığa karşıydılar ama kendini koruyan bir kalkanı da batının kendi öznel şartlarında oluşturmaya çalışmışlardı!

Bir kısmı zaman içerisinde dini ilimler de tahsil eden, önemli bir kısmı Türk edebiyatı içerisinde değerlendirilebilecek olan bu zevatın batıyı bildikleri kadar İslâm’ı bilmedikleri de yakıcı bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır! Örneğin, Yahya Kemal vb.

Sözde İslâm’ı bilenlerinin de önemli bir kısmının Kitab’ın kıyısında durdukları halde spirütüel -ruhçu- yaklaşımlarla birlikte tasavvuf bataklığında kulaç atmaya çalışmaları da gözden ırak tutulmamalıdır…

Bir de jeo-kültürel ve jeo-politik varsayımlardan hareketle salt bir Anadoluculuk fikriyatını materyalist bir temele oturan sosyalizmle izdivaç etmeye çalışan muhafazakâr aydınlar da var olagelmiştir. Örneğin, Nurettin Topçu vb.  

O dönemki manzara aşağı yukarı aydınlar bazında bu minvaldeydi. Kendi cürümleri kadar ancak yer yakıyorlardı! Aynı zamanda da batıdan beslendikleri için elitist, yani seçkinci takılıyorlardı. Ve Müslüman kitleye yönelik olarak da kayıtsız kalıyorlardı.

Kemalist sisteme sığındıkları için de Müslüman kitlenin var olan sorunlarının olası çözümleri için kafa yormuyorlar, çaba nedir sarf etmiyorlar, kıllarını kıpırdatmıyorlardı.

O muhafazakâr algıya bir açıdan bağlı ve aynı zamanda da az çok dindar kimliği ortaya çıkmış bir, iki örnek dışında da halkın içerisinde yandığı ateşle ilgili feryat eden pek kimse de yoktu, Necip Fazıl’ın Dersim katliamı hakkında kalem oynatmasında görebildiğimiz gibi…

Muhafazakâr aydınların önemli bir kısmının Kemalist zorbalık karşısında suskun kalmaları, onu ilerleme için bir nimet olarak telakki etmeleri karşısında geniş bir kitle de elbette bir çıkış yolu arıyordu.

Maalesef aranan bu çıkış yolu da Kemalizm’i her yönüyle pratize etmeye çalışan ve sözde devlet kurucu kimliği iddia edileduran CHP’nin bazı sağcı zevatı aldıkları rejimi muhafaza etme görevini deruhte ediyordu. Bu konuda hayli başarılı da oldular… Tek parti döneminde sistem karşıtı olarak bellediğimiz geniş Müslüman kitleler bazı vaatlerden yola çıkarak sözde vaidlerine bir kurtarıcı edasıyla yaklaştılar, onlara bel bağladılar…

Tek parti döneminde sisteme karşı duran bu kitlenin ezici bir kısmı demokrasi vb. rüzgârlara kapılıp o meşhur  ‘Yeter! Söz Milletindir…’ gibi klişe sloganlarla hem sistem içine duhul edildiler ve hem de sağcı bir iktidarın marifetiyle kimlik kirliliğine uğratılıp yerine göre milliyetçi, muhafazakâr, millici ve maneviyatçı gibi temelinde bir usulsüzlüğü barındırıcı ortamlarla yitip gittiler. O kirli kimliklerden arınmak bir hayli zor olmuştu ve halen de kopuş sürmekle birlikte görünür planda o zihinsel kirlerin izleri yer yer kendini orta yere koymaktadır.

Zar zor elde edilen bir İslâmi söyleme ve eylemliliğe rağmen çeşitli kurum, kuruluş ve partiler bağlamında bu sancı ağrıyı arttırarak sürmekte ve bu oyun, oyun kurucularına bir hayli imkânlar sağlayarak, gücüne güç katmaktadır. İlk dönemlerin aksine orta dönemlerde sözde bu kirli kimlikten kurtulma adına ortaya konulmaya çalışılan hemen her çaba Müslümanlar tarafından bir iyi niyete binaen önemsenmişti.

İktisadi hayattan kültürel çalışmalara, eğitimden siyasete değin geniş bir yelpazede ‘yeniden Müslümanlaşma’ adına belli bir güç ortaya konulmuş, teşvikler başlamış, bununla birlikte de başta karşı durulan batıcı söylem, bu kez onun zıddı gibi telakki edilen ideolojik kavramsallık yoluyla sağcı bir kimlikle kendini empoze ediyordu…

Çözülen makarayı silbaştan sararcasına bir yeniden Müslümanlaşma ve buna koşut olarak da kirliliği yüzünden okunan kimlikler adına atılan adımlar belli bir düzen içerisinde Müslümanlığı koruma içgüdüsüyle yeni ‘birtakım insani değeri’ sağcılıkta mütevellit bir vasatta geliştirme çabası gütmektedir.

Anlaşılan düz bir ovada konaklayıp dağa doğru haykırmak yerine, ikâmetimize tahsis edilen daracık odalarımızda oturup arada sırada temiz hava almamız için(!) kapı eşiğine birileri tarafından çıkarılma lütfuna mazhar oluyor, müteşekkir kalıyoruz(!)

Bu olumsuz çabaları kesintiye uğratmak için yerel, bölgesel ve emperyal oyun kurucuların kimlik dayatmalarına karşı kendi esas kimliğimizi her an sahihleştirip, yeni bir dil, yeni bir söylem, eylem ve ahlaklılık içerisinde hayata ve kendimize hâkim kılabilir, kendi oyun kuruculuğumuza ivme kazandırabiliriz…

Daha ne yapabilir, bu durumları nasıl aşabiliriz; bunu da zaman içerisinde durmadan sürdürdüğümüz kaynak bazlı okumalarımızı uygunluk içeren pratiklerle besleyip,  bereketli bir şekilde çoğaltarak; Allah, hakikat, hikmet olgularından güç alarak, bilgi, inanç ve eylem kararlılığında emek, adalet ve samimiyet içre yaparak…

Demek ki, bu cendereleri aşmanın makul bir yolu varmış, sair ideolojik safsatalara yer vermeden...

----

* Bu yazı haftalık Özgün Duruş gazetesinin 91. sayısında yayınlanmıştır.