Muhafazakârlar şaşırtmaya devam edecek

Etyen Mahçupyan

İran'da Şah'ın sonunu ve Ayetullah rejiminin başlangıcını simgeleyen 'devrim'den bu yana Türkiye'deki laik kesimin neredeyse standart hale gelen bir korkusu var: Türkiye'nin de bir gün İran olma ihtimali...

Laik kesim bundan sadece sokaktaki özgürlük imkanlarının kısıtlanmasını anlıyor. Kadınların çarşaf giydiği, lokantalarda içki içilemeyen, sevgililerin diz dize oturamadığı bir dünya bu. Ayetullah rejiminin bir dinsel hiyerarşi ve dolayısıyla 'sınıf' ima ettiği; bu sınıfın yüzyıllardan bu yana esnaf kesimi ile iç içe geçerek para ve güç sahibi olduğu; Ayetullahların toplumsal geleneğin meşru kıldığı bir iktidar alanı içinde siyasete el koydukları pek dikkate alınmıyor...

Laik kesim yüzyıllar boyunca İran'a benzemeyen Türkiye'nin şimdi neden birdenbire benzeyeceğine ilişkin bir fikre de sahip değil. Ama anlaşılan Batı kaynaklı küresel bir ötekileştirmenin etkisi altında, bilmediği bir sosyal alanı el yordamıyla bilinir varsayıyor. Bu bakış İslam'ı dünya barışı için bir tehlike olarak sunuyor. Gerekçe ise, İslami kültürün intikamcı bir yaklaşım içinde şiddete eğilim göstermesi ve bizzat Batı'yı düşman olarak tanımlaması. Doğal olarak kimse İslami dünya içinde bu zihniyette kimsenin olmadığını söyleyecek durumda değil. Ancak dazlakların varlığından hareketle Avrupa'nın özünün faşist olduğunu söylemek ne kadar saçma ise, örneğin El Kaide'den hareketle Müslüman analizi yapmak da o denli saçma. Ne var ki laik kesim genelde Müslümanları tanımadığı ölçüde, görünür olan Müslüman'dan hareketle tüm Müslümanlığı tanımlama eğilimi gösteriyor. Bu durumda da Türkiye'deki İslami kesimin hızla dünyadaki şiddet ve baskı yanlısı otoriter rejimlerin çekim alanı içine gireceğini sanıyor.

Laikler değişimi algılayamıyor...

Ancak İran bile bugün dünyayı şaşırtan bir performans içinde. Bunu İran devletine ve Ahmedinecad'ın sözlerine bakarak anlamak mümkün değil. Çünkü devlet söylemi dünyanın her yerinde birbirine benzer, milliyetçidir, kendine hasımlar üretir ve tutum alırken genellikle ahlaki kaygılar taşımaz. Dolayısıyla zihnî arka planın otoriterliği ima ettiği toplumlarda, devletler de daha rahat bir biçimde çatışmacı dile kayarlar. Ama 'İran' dendiğinde asıl olan daima toplumdur ve bu ülkeyi biraz yakından tanıyanlar halkın çatışmacılıkla pek ilgisi olmadığını; günlük hayatın keyfini fazlasıyla çıkaran, sanata ve edebiyata düşkün bir kültürden geldiğini görür. Kapanmanın zorunlu olduğu bu ülkede sokaktaki kadın hallerinin çeşitliliği, kişilikliliği ve cüreti, özgürlüğün her kültürde nasıl kendine yol açtığının göstergesidir.

Sonuç olarak Türkiye'nin benzemesinden korkulan İran bile, bizdeki laik kesimin varsaydığı İran'dan çok uzakta. Günümüz dünyasının küreselleşmesi devlet iradesinin değil, toplumsal dinamiğin sirayet ettiği bir yayılmayı ifade etmekte. Yaygınlaşmakta olan en belirgin fikirsel ve davranışsal kalıplar ise daha fazla demokratlığı ima ediyor. Devletler ve hakim sınıf ya da elitler buna direnseler de, zamanımızın meşruiyet anlayışının temelinde artık bir dinsel tabu veya bir milli kahraman yok. Aksine artık herkes kendi dinsel inancının ve milli kahramanının nasıl demokratlıkla uyum içinde olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Dolayısıyla dünyaya adaptasyon, yani gerçek anlamıyla 'çağdaşlık', önümüzdeki dönemde herkesin kendi zihinsel çerçevesini demokratlıkla ne denli uyumlu kıldığına bağlı olacak.

Bu noktada laik kesimin ciddi bir handikabı var: Onlar kendilerini zaten 'demokrat' saydıkları için herhangi bir değişim geçirmek zorunda olmadıklarını sanıyorlar. Dahası, kendileri 'demokrat' olduğuna göre, demokratlaşma denen sürecin başkalarını laiklere benzeteceğini varsayıyorlar. Ne yazık ki her iki beklenti de gerçeğe tekabül etmiyor. Çünkü modernliğin klasik demokrasi anlayışından hareketle günümüzün demokratik performansına ulaşmak mümkün olmadığı gibi, yaşanmakta olan değişim süreci de muhafazakâr kesimi demokratlaştırdığı ölçüde laik kesimden zihniyet olarak uzaklaştırıyor. İşte laik kesimin temelsiz korkularının asıl nedeni de bu... Karşılarında kendilerinden farklı olmayı sürdüren; ama onlarla eşit konumda kamusal alana talip olan bir kitle var. Laik algılama açısından söz konusu farklılık ancak laikliğin terminolojisi içinde tanımlandığı için, muhafazakârların değişimini yükselen bir dindarlık olarak görüyorlar. Oysa aynı değişim yükselen bir demokratlık eğilimini de ima etmekte... Laik kesimin bunu algılaması ise kendisinin demokratlıktan uzak olduğunu idrak etmesiyle ve değişime adım atmasıyla mümkün. Nitekim bugün bu kesim içinde giderek büyümekte olan böyle bir nüve mevcut ve AKP'nin seçim başarısında onların da payı var. Ama laik kesimin devletçi, elit, modernist kanadı için bunu söyleyemiyoruz...

Halbuki Türkiye'yi izleyen yabancılar bile muhafazakâr kesimin içinde olduğu değişim sürecini giderek doğru okuyorlar. Söz konusu değişimin izdüşümlerinden biri başörtüsüydü. İran devriminin ardından gelen yıllarda, başörtüsü kadınların kocalarının yanında, onların siyasi faaliyetine destek olmak üzere kamusal alana çıkarken büründükleri bir kıyafetti. İnsanlar bunu inançları nedeniyle takıyorlardı; ama sosyolojik açıdan asıl işlevi erkek dünyasının namusunun korunmasıydı. Ancak sonraki dönemde aynı kadınlar, inançlarını devam ettirirken tamamen kendilerine ait bir dünya keşfettiler ve bir 'mahrem kamusal alan' oluşturdular. Dinini daha iyi öğrenme isteği, giderek hem dindarlığı kadın gözüyle anlama ve yorumlama imkanını doğurdu hem de öğrenmenin cazibesi ev ekonomisinden sanat ve felsefeye uzanan bir dizi etkileşim faaliyetinin kurumlaşmasına neden oldu. Böylece inançlı olan; ama dindarlığı kendi kişiliğinin süzgecinden geçirerek anlayan başörtülü kadınlardan, çoğulcu ve hatta 'feminist' bir kadın asabiyesi ve duruşu ortaya çıktı. Başörtüsünü bir 'yobazlık' imgesi olarak gören, kadınların bunu erkek baskısı altında taktığını düşünen laik kesim için, bu değişimi anlamak tabii ki çok zor. Başörtülülerin büyük çoğunlukla ailelerinin isteğine rağmen kapandıklarını, bu eylemin dindarlıkla bağlantılı olduğu ölçüde aile ve sosyal çevredeki erkek egemenliğine de karşı anlamlar taşıdığını idrak etmek gerçekten de çoğu gözlemci için şaşırtıcı... Ama TESEV araştırmalarında çıkan sonuçlar bizleri meselenin gerçek yüzüne biraz daha yaklaştırıyor. Yüz yüze yapılan görüşmelerde ortaya çıkmakta ki, başörtüsüne en karşı olan grup elli yaş üzeri Müslüman dindar erkekler... Çünkü onlar başörtülü kızların davranış kalıplarını 'ahlaki' bulmuyorlar. Bu yargının altında ise, kızlarına ve çevrelerine empoze ettikleri ahlaki kalıpların bu genç kızların elinde kırılıyor olmasının getirdiği öfke var.

Muhafazakârlarda büyük değişim

Muhafazakâr kesime yakından bakış, dışarıdan gelen gözlemcileri şaşırtacak, onların beklentilerini tersine çevirtecek bulguları ima ediyor. Mesele kendi ideolojik kabuğundan sıyrılarak 'ötekine' bakabilmekte, 'ötekinin' yaşamakta olduğu değişimi onun kendi dünyasındaki anlamıyla deşifre edebilmekte. Ne var ki bu tür anlama faaliyetleri ancak kişinin kendi zihniyetiyle yüzleşmesinden sonra başlayabilir ve laik kesimin geneli henüz bu yüzleşmeyi becerebilmiş değil. Dolayısıyla muhafazakâr kesimdeki her yeni olgu, imge veya görüntü laik kesimi şaşırtmaya devam ediyor. Şeriat getirmek istediği düşünülen AKP'nin niçin böylesine AB yanlısı olduğu onlar için hâlâ bir muamma. Eğer laik algı geçerli ise, Türkiye AB'ye girdiğinde şeriatın hakim olması gerekmekte. Ama bu beklentinin gülünçlüğü bile insanları uyarmakta aciz kalıyor. Müslümanların esas olarak özgürlük istediklerini kabul etmek, onların bunca yıldır özgürlüksüz olduğu gerçeğini de hazmetmek demek. Bu yönde adım atan bazıları, söz konusu özgürlüksüzlüğü salt inanç alanına indirgeyerek ve inancın bir özel alan konusu olduğunu söyleyerek laik pozisyonu korumaya çalışıyorlar. Oysa özgürlüksüzlük vatandaşlık tanımının kendisinde gizli... Vatandaşlığı otoriter bir laiklik üzerinden kurduğunuzda, laikliği vatandaşlığın ölçütü haline getirir ve onu inançlı insanları kamusal alanın dışına itmek üzere kullanabilirsiniz. Türkiye'de olan da buydu... Bu nedenle Türkiye'de laiklik hiçbir zaman demokratlıkla bağdaşmadı ve ironik olarak belki de bu nedenle bugün otoriter laikliğe karşı çıkan inançlı kesim, dünyaya uyumlu bir biçimde demokratlaşma eğilimi gösteriyor.

Diğer bir deyişle muhafazakârların şaşırtma yeteneğinin ardında, laik kesimin algılamasına hakim olan ve resmî ideolojinin ürettiği bir tür bağnazlık yatmakta. Bu bağnazlık kendi iktidar alanına sahip çıkmayı siyaset olarak tanımladığı ölçüde, devletçi laikler toplumun önümüzdeki dönemde yaşayacağı değişim dinamiğini de anlamakta zorlanacak ve herhalde birkaç yıl içinde geri dönüp baktıklarında daha da şaşıracaklar. Çünkü küreselleşen ortam 'vatandaşlık' kavramının da ufuklarını genişletmiş durumda. Diğer bir deyişle insanlar artık sadece kendi ülkelerinin değil, dünyanın da 'vatandaşı'. Bu yeni anlayış içinde kentler yeniden kurulmakta olan iktisadi düzenin özneleri hüviyetini sahiplenerek, şirketler kadar önemli hale gelmekteler. Dolayısıyla AKP iktidarı döneminde Anadolu kentlerinin daha da özgürleşmesine ve Ankara'nın etki alanından çıkarak dünyanın geri kalanıyla doğrudan bağlantılar kurmasına tanık olacağız.

Daha da ileri adımlara örnekler...

Söz konusu dinamik zaten geçtiğimiz dört yıl zarfında da başlamıştı; ama değişim genelde iktisadi alanla sınırlı kalmıştı. Anadolu 'Kalvenizminden', yükselen Müslüman burjuvaziden söz eden makaleler yabancı basında da rağbet bulmuştu. Ancak önümüzdeki dönemde daha da farklı bir süreçle karşı karşıya kalacağız. Anadolu iş dünyasının daha önce yardımlaşma ağları ve hayır işleriyle sınırlı kalan sosyal sorumluluk anlayışı da kabuğunu yırtarak farklılaşmak üzere. Önümüzdeki dönemde sosyal ve entelektüel açılardan yeni bir kamusal alanın yaratılması hiç de şaşırtıcı olmamalı. İşadamlarının yeni kurulacak sivil toplum örgütleri üzerinden estetik ürünlerin yaratılması, tarihsel mirasın değerlendirilmesi gibi faaliyetlerin içinde yer almaları son derece 'rasyonel' olacak. Çünkü bu tür katkılar doğrudan kentlerin prestijini artıran, o kenti dünyanın geneli nezdinde cazip kılan bir etki yaratırken, iş âlemini de güçlü iktisadi odaklara entegre hale getiriyor.

Ancak belki çok daha ilginci ve laik kesimi daha da şaşırtacak olan şey, Anadolu'nun doğrudan bilgi siyasetine soyunması olacak... Muhtemelen içinde işadamlarının yoğun olarak bulunduğu bazı sivil toplum örgütlerinin, fikrî açılımı destekleyen, entelektüel yaratıcılığı besleyen projeleri sahiplendiklerini göreceğiz. Belki de modernliğin ne olup olmadığı, nasıl yaşanması gerektiği, ne tür sorunlar ürettiği ve bunların nasıl çözümleneceği, özellikle kent bağlamında ele alınmaya başlanacak. Bunun anlamı Batı'nın İstanbul, Ankara ve İzmir'i 'atlayarak', onlara muhtaç olmadan Anadolu kentleri ile ilişki kurmasıdır. Ancak bu durumun ideolojik karşılığı daha da 'kritiktir'; çünkü Batı'nın laik kesimi 'atlayarak', ona muhtaç olmadan muhafazakârlarla ilişki içine girmesini ifade eder.

Bizdeki laik kesim şimdi başörtülü genç kızlara bakıp 'bunlar nasıl Müslüman?' diye sorduğu gibi, muhtemelen o zaman da genelde Anadolu insanına bakıp 'bunlar nasıl muhafazakâr?' diye soracaktır. Belki de bu tür değişimleri göz ardı eden bir biçimde 'ne zaman İran'a benzeyeceğiz?' kaygısı içinde daha da içe kapanacaktır... Ama belki de son seçimde AKP'ye oy veren laik azınlığın giderek genişlemesine ve toplumla ilişki kurmasına tanık olacağız ve şaşırmayanların sayısı artacak. Umarız öyle de olur... Çünkü muhafazakâr kesimdeki değişim, anlamayanları şaşırtmaya devam edecek ve dünyanın şaşırmadığı bir değişime kendi vatandaşlarımızın şaşırması, söz konusu vatandaşlarımızı -bizleri de rencide edecek kadar- gülünç durumda bırakabilecek...

Zaman gazetesi