Muğlalı’nın adı kışlaya verildiğinde gazeteciler ne yapmıştı?

Alper Görmüş

Etrafımızda bir sürü şey olup biter, fakat bunların tümü gazetecilerin ilgi alanına girmez, haber haline getirilmez. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelerden bir bölümüne “haber” sıfatı kazandıran ölçütler vardır. Bu ölçütler gazetecilik okullarında “haber değerleri” faslında okutulur.

Bu derslerde “önemli olmak, güncel olmak, daha fazla insanı ilgilendirmek” gibi haber değerlerinin yanı sıra “ilginç” olmak, “şaşırtıcı” olmak gibi özelliklere de dikkat çekilir.

Sansasyonel gazetecilik çoğu kez ilginçlik ve şaşırtıcılık kriterlerini her şeyin önüne koyar; bu tip gazetecilikte “önemli ve kamusal” olana fazla yüz verilmez. Sansasyonel olmayan “ciddi” gazetecilik ise esas olarak önemli, güncel ve kamusal meselelerin izini sürer, fakat bu nitelikteki haberlerde –eğer varsa- şaşırtıcı, ilginç yanları da küçümsemez, görmezlikten gelmez; çünkü bilir ki bunlar, soğuk-kuru haberlere kıyasla çok daha büyük bir ilgiyle okunur.

Bizim basınımızın haberlerdeki ilginç, şaşırtıcı yanları bulup çıkarmada pek mahir olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... “Şok” sözcüğünün haber sunumlarındaki yaygınlığına bakmak bile yeter bunu anlamak için.

Fakat bizim basın, “şok edici” sıfatını gerçekten hak eden kimi haberleri okurların göz menzilinin dışına çıkarmada da mahirdir. İlk kez 13 Mayıs 2004’te Milliyet gazetesinde yayımlanan “Askerin Muğlalı Kışlası sürprizi!” başlıklı haberi bekleyen de, işte böyle bir kaderdi.

Habere göre, Van’ın Özalp ilçesindeki Kara Kuvvetleri’ne bağlı Özalp Kışlası’nın adı “Mustafa Muğlalı Kışlası” olarak değiştirilmişti. Karar, gerçekten de “şok edici” idi. Çünkü Mustafa Muğlalı, Özalp’te kaçakçılıkla suçladığı 33 köylünün kurşunlanarak öldürülmesi (1943) talimatını veren orgeneralin adıydı. Üç yıl boyunca olayın üstü örtülmüş, fakat Demokrat Parti’nin ortaya çıkmasından sonra bu mümkün olmamış, Muğlalı önce ölüme ardından 20 yıl hapse mahkûm edilmiş ve cezasını tamamlayamadan cezaevinde ölmüştü.

O “şok anıt” oraya dikilecek de...


Van’ın Özalp ilçesindeki kışla, “Mustafa Muğlalı Kışlası” adını almasından beş yıl sonra yeniden gündemimizde... Bu defa şu haberle:

“(...) Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın adının verildiği kışlanın karşısına, DTP’li belediye tarafından anıt yapılması kararlaştırıldı. 20 kilometre uzaklıktan görülebilecek anıt, bir evin içinden çıkan tek kurşun şeklinde tasarlanıyor. DTP’li Belediye Başkanı Murat Durmaz, maket üzerindeki çalışmaların sürdüğünü, 15 gün sonra anıta ait maketin tamamlanmasıyla Özalp Kaymakamlığı’ndan izin alıp inşasına başlayacaklarını söyledi.” (Hürriyet, 23 Haziran 2009.)

Şu paragrafı da, olup bitenlere Özalplilerin tepkisini toparlayan Gazete Van’ın internet sayfasından aldım (ilçe sakinlerinden Ahmet Işık’ın sözleri):

“Bu isim tercih edildiğine göre, demek ki ilçe halkı ölümle tehdit edilmek isteniyor. Bize 33 köylünün öldürülüş şeklini hatırlatmak istiyorlar. Belediye de taburun karşısına anıt dikecekmiş. Biz anıtın yapılmasını destekliyoruz ve istiyoruz. Mademki öyle istiyorlar, onlar suçlularını ansın, biz de ölülerimizi anacağız.”

Bu yazıda meselenin başka boyutlarını bir kenara bırakıp, medyanın, kışlaya 2004’te yeni bir ad verilmesinden itibaren olan bitene nasıl yaklaştığını ve işin bu noktaya gelmesindeki sorumluluğunu ele alacağım.

Taze haberden başlayalım: Gazetelerin “33 Kurşun Anıtı”nı fazla bağırıp çağırmadan, sakin, nötr bir dille haberleştirdiğini söyleyebiliriz. “Şok anıt”, “intikam anıtı”, “kışkırtıcı anıt” gibi sunumlar internetle, özellikle de onun “ulusalcı” kanadıyla sınırlı kaldı. Türk gazetelerinin “hassasiyetlerini” ve böyle durumlarda neler yapabileceklerini biraz olsun bilenler için ilk bakışta şaşırtıcı bir sonuç...

Bu defa sonucun böyle tecelli etmesinde iki ana etmen rol oynadı: Haberin “arka plan” bilgisi (beş yıl önceki provokatif girişim) ve beş yıl önceki gelişmeye hiçbir tepki vermemiş olmanın mahcubiyeti...

Böylece geldik, beş yıl önce “askerin sürprizi”ni gazetelerin nasıl karşıladığına...

Kürşat Bumin ve ben Yeni Şafak’taki “Kronik Medya” sayfasını hazırlıyorduk o günlerde. Dönüp oraya baktım... Haberin Milliyet’te yayımlanmasından beş gün sonra (18 Mayıs 2004) “Gazetelerin yüz vermediği bir hadise” başlığıyla bir muhasebe yapmışız. Vaziyet şöyleymiş:

“Yöre halkı şaşkın, medya –bir iki istisna dışında- sessiz...”

Sessizliği bozan bir haberden, bir de köşe yazısından söz etmişiz o gün: Milliyet’in haberinden bir gün sonra Vatan’da çıkan “Org. Muğlalı Kışlası Van’da tepki yarattı” başlıklı haber ve Avni Özgürel’in bir makalesi (Radikal, 16 Mayıs 2004).

O günkü taramada gözümüzden kaçmış üçüncü bir “istisna”yı da aktarayım: Hürriyet’ten Yalçın Bayer Milliyet’in haberini anımsatıp, gelişmeye üzüldüğünü belirttikten sonra sözü eski senatör Mehmet Feyyat’a bırakmış, o da bu üzücü gelişmeden Genelkurmay Başkanlığı’nın haberinin olup olmadığı sorusunu ortaya atmıştı. Geçerken belirteyim, bu soru bugün de cevabını bekleyen bir sorudur. Gerçekten de: Bu provokasyon ordu içinden birilerinin, bir grubun Genelkurmay’a yaptığı bir emr-i vaki mıydı yoksa Genelkurmay’ın da onayladığı bir girişim miydi? (2004’te Genelkurmay Başkanı’nın Hilmi Özkök, 2004’ün de “Sarıkız” ve “Ayışığı” yılı olduğunu hesaba kattığımızda bu soru daha da önemli hale gelmektedir.)

“Halkı askerlikten soğutma” suçu?


Düşünün biraz: 2004 mayısında Milliyet’te o haber yayımlanmadan önce “askerler kışlaya Mustafa Muğlalı’nın adını vereceklermiş” diye duysaydık, buna inanır mıydık? İnanmazdık. “Hayır” derdik, “bu kadar açık bir kışkırtmayı kimse yapmaz, yapamaz.”

İşte gazetelerin “birkaç istisna” dışında sessiz kaldığı olay bu ölçüde “şaşırtıcı”, bu ölçüde “ilginç” ve bu ölçüde “şok edici” idi...

“Sessizlerin sesi” olması gereken medya, ne akla ne de vicdana sığan böyle bir gelişme karşısında gerekli tepkiyi verseydi, olay bugünkü içinden çıkılmaz noktaya sürüklenir miydi? Bence sürüklenmezdi. Askerler bu kadar haksız, bu kadar vicdansız bir karar üzerinde yeniden düşünmek zorunda kalır, kararlarında direnemezlerdi.

Askerlerin her şeye rağmen direndiklerini düşünelim... Bu durumda da, zamanında görevini yapmış, mesleğinin gereklerini yerine getirmiş insanlar olarak gazeteciler askerlere şöyle demek hakkına sahip olurlardı: “Kusura bakmayın, ilk kurşunu siz attınız, şimdi de ‘bir evden çıkan tek kurşun’a razı olacaksınız.”

Fakat mahcubiyetten şimdi onu da diyemiyor, tıpkı olayın birinci aşamasında olduğu gibi “birkaç istisna” dışında sessizliğe bürünüyor...

Olayı sadece medya açısından ele alma sözü vermiştim, fakat şunu söylemeden bitiremeyeceğim: Bence askerlerin “halkı askerlikten soğutma” suçunu işlediği çok ironik bir durumla karşı karşıyayız.

-----------------------

“Balbay’ın ‘gerilimli yıllar’ dizisi neden hiçbir etki yaratmadı (2)”ye ne oldu?

Cumhuriyet
gazetesinin ve Mustafa Balbay’ın avukatlarından Akın Atalay beni telefonla aradı ve geçen salı bu sayfada yayımlanan yazının son paragrafında vaat ettiğim şey üzerinde bir kez daha düşünmemi rica etti. Hatırlayacaksınız, o paragrafta, Balbay’ın bilgisayarında ele geçirilen notların “gazetecilik” dışında bir kasıt taşıyıp taşımadığını sorgulayacağımı yazmıştım.

Avukat Atalay, 20 temmuzda duruşmaların başlayacağını, tutuklu olması nedeniyle Balbay’ın sorgusu ilk yapılacak kişiler arasında olduğunu hatırlattıktan sonra, “mahkemenin etki altında kalmaması için” bu yazıyı mahkeme sorgusu sonrasına ertelemem üzerinde düşünmemi rica etti benden.

Düşündüm ve böylesinin daha doğru olacağına karar verdim. Demem o ki, “Balbay’ın ‘gerilimli yıllar’ dizisi neden hiçbir etki yaratmadı (2)” başlıklı yazımla, ağustosun ilk yarısında bir tarihte karşınızda olacağım.

TARAF