Müebbet Hapisten Tahliyeye: Altan’lar ve Ilıcak Davasının Düşündürdükleri…

Karar yazarlarının çoğunun bugünkü gündeminde haklarında tahliye kararı verilen Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak vardı.

Yıldıray Oğur, tahliye kararını değerlendirdiği yazısında dava süreci boyunca yaşanan çelişkilere dikkat çekerek “Hukukun temel ilkeleri yerine, ‘Acırsanız acınacak duruma gelirsiniz’ dedikçe de bu husumet sarmalından çıkamayacağız, bu yaraları kapatamayacağız...” diyor.

Yıldıray Oğur’un “‘Acırsanız acınacak duruma gelirsiniz’le Nereye Gelinir?” başlıklı yazısının konuyla alakalı kısmı şöyle:

Bundan 3.5 yıl önce ‘darbe çağrışımıyla subliminal mesaj içeren söylemlerde bulundukları’ gibi hukuk tarihinde eşi benzeri olmayan bir suçlamayla gözaltına alındılar.

Nazlı Ilıcak ve Mehmet Altan tutuklandı. Ahmet Altan önce serbest bırakıldı.

İlk mahalle baskısı o gece yaşandı ve sosyal medyadaki itirazlar üzerine ertesi gün Ahmet Altan hakkında da tutuklama kararı çıkarıldı.

Sonra haklarında iddianame çıktı, bütün ömürlerini bu örgüt içinde geçirmiş Hüseyin Gülerce’nin, Nurettin Veren’in tanık olduğu bir davada Altan kardeşler ve Nazlı Ilıcak FETÖ’nün medya yapılanması olmakla suçlandı.

Haklarındaki suçlamalar bu tanıkların “öyle duydum”lu iddiaları, şu kadar telefon görüşmesi yapmışsın gibi deliller, bir televizyon programındaki konuşmalar, yazılar ve tweetlerden ibaretti. 

Hukuk tarihine geçen “Subliminal mesaj”, iddianamede herhalde mahcubiyetle “darbe çağrışımı” na döndürüldü, “anayasayı ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla haklarında ağırlaştırışmış müebbet istendi. Bu Meclis’i bombalatan darbecilere istenen cezayla aynıydı.

İki yıl boyunca tutuklu yargılandılar. Haklarındaki suçlamaların temelini oluşturan 2 saat 31 dakikalık televizyon programından kesilmiş, bağlamından koparılmış 1 dakika 20 saniyelik bir videoydu. Savcı ve gazeteciler dahil, kimse oturup 2.5 saatlik programı izlememişti.

(Programdaki konuşmaların dökümü için. https://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/kanaat-notuyla-tutuklugun-devamina-5950)

İki yıl sonra, üçü de benzer suçlamalarla yargılanmalarına, üçünün de benzer bireysel hak ihlali başvuruları olmasına rağmen Anayasa Mahkemesi sadece Mehmet Altan ve başka bir davada tutuklu bulunan Şahin Alpay’ın başvurularını seçti, tutuklu yargılanmalarının hak ihlali olduğuna karar verdi.

Verdiği karar aynı zamanda iddianamedeki suçlamaların temelsizliğini de kanıtlıyordu:

“Suç işlediğine dair kuvvetli belirtiler ortaya konulmadan temelde yazılarına ve konuşmalara dayanılarak başvurucu hakkında tutuklama tedbirinin uygulanmasının, ifade ve basın özgürlüklerine ilişkin olarak olağan dönemde Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde yer alan güvencelere aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.”

Ama bu kararla sadece Mehmet Altan tahliye oldu, aynı durumdaki Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’la ilgili tahliye başvuruları reddedildi.

Sonra mahkemeden üçüne de ancak darbeye doğrudan katılmış askerlere verilmiş ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası çıktı.

Bu arada geçen haziran ayında Anayasa Mahkemesi, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın bireysel başvurularını da inceleyip kararını açıkladı. Aynı dosyada Mehmet Altan için hak ihlali kararı veren mahkeme, Ahmet Altan hakkında 10’a 5, Nazlı Ilıcak hakkında ise bazı tweetlerini gerekçe göstererek oy birliğiyle “hak ihlali yoktur” kararı verdi.

Ama karara karşı çıkan beş üye arasında Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan ve başkanvekili Engin Yıldırım da vardı.

Başkan Zühtü Arslan yazdığı karşı oy yazısında, televizyon programındaki tüm konuşmaları ve yazıları tek tek değerlendirip şöyle dedi:

“Suçladığı hükümete yönelik sözlerini bir bütün olarak ve bağlamında değerlendirdiğimizde, bunları “darbeye zemin hazırlamak” şeklinde nitelendirmek ve suç işlendiğine dair kuvvetli belirti olarak görmek mümkün değildir.”

“Soruşturma makamları bu iki yazının birkaç cümlesinden hareketle başvurucunun darbe teşebbüsünden haberdar olduğunu ve darbenin zeminini hazırladığını söylerken bunun olgusal temellerini ortaya koyamamışlardır.”

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Engin Yıldırım’ın karşı oy yazısı daha da netti:

“Ağır eleştirel ifadeler ve üslubunun sertliğinden başka olgusal olarak kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösterir herhangi bir delil gösterilmemiştir. Dolayısıyla gösterilen gerekçeler ilgili ve yeterli görünmekten uzaktır.”

https://www.anayasa.gov.tr/media/5983/2016-23668.pdf

Bir ay sonra mahkemenin ağırlaştırılmış müebbet kararı temyiz için gittiği Yargıtay’da bozuldu.

Yargıtay, tutuklanmaları üzerinden üç yıl geçtikten sonra, haklarına yapılmış onca haberden sonra Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak'ın 'anayasayı ihlal” den yani darbeden değil FETÖ'ye bilerek ve isteyerek yardım etme suçundan yargılanmaları gerektiğini söyledi, neredeyse aynı suçlamalarla yargılanan Mehmet Altan’ın ise “yeterli ve inandırıcı delil bulunmadığından” beraatını istedi.

Normal şartlarda yattıkları süre düşünülüp, Altan ve Ilıcak’ın da tahliye edilmesi gerekiyordu. Ama yine mahalle baskısı baskın geldi, tahliye talepleri kabul edilmedi.

Mahkeme yeniden görülmeye başlandı. Ve nihayet 3.5 yıl sonra dün savcı mütalaasını açıkladı. Savcı Yargıtay’ın bozma kararındaki cezaları istedi.

Ama bu ceza, mahkemede müşteki olarak bulunan Meclis’in, içinde bir İstiklal Mahkemesi savcısı yatan avukatını kesmedi. Mahkemeden, Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin kararları bırakıp, ilk ağırlaştırılmış müebbet kararlarında ısrar etmelerini istedi.

hakim, Mehmet Altan hakkında beraat kararı verirken, aynı suçlamalarla yargılanan Ahmet Altan’a terör örgütüne üye olmadan yardımdan 10 yıl 6 ay, Nazlı Ilıcak’a da aynı suçtan 8 yıl 9 ay hapis cezası verdi.

Zaten 3.5 yıldır hapiste oldukları için de aldıkları ceza yattıklarına sayılarak, adli kontrolle tahliye edildiler.

Ama Anayasa Mahkemesi başkanının, başkanvekilinin “delil yok” dediği, Yargıtay’ın iddiaları abartılı bulup bozduğu, en son mahkeme savcısının bile iddialarını düşürüp, suçu “terör örgütüne yardım” a bağlayabildiği, hakimin de böyle karar verdiği bir davada müebbet yerine 10 yıl hapis cezası verilmesi, dosyada ne yazdığını dahi bilmeyenleri hayal kırıklığına uğrattı.

Çünkü onların alternatif iddianamesinde karar çoktan verilmişti:  “Hapishanede çürüsünler.”

Yazı ve konuşmalardan ibaret bir iddianameyle 70 yaş üstü iki yazarın hapiste geçen 3.5 yıldan sonra 10 ve 8 yıl yıl hapis cezaları alıp, tahliye olması, “FETÖ’cüler tahliye ediliyor” kampanyasına dönüştürüldü.

Kendini  en ileri giden FETÖ avcısı olarak görenlerin iddiaları havada uçuştu, bir anda Altan ve Ilıcak FETÖ’nün beyin takımı ilan edildi.

Ve Türkiye’nin daha sert kırılma anlarında dahi dolaşıma girmemiş o söz tekrar dolaşıma girdi:  “Acırsanız acınacak hale gelirsiniz!”

Bu sözü ilk kim kullandı, tarihi, kaynağı nedir herhangi bir iz bulmak zor. Atasözü kitaplarında böyle bir söz yok. "Merhamet etmeyene, merhamet edilmez" gibi tam tersini tavsiye eden bir hadisin olduğu İslam’dan da böyle bir söz çıkarılamaz.

“Acaba Necip Fazıl’ın mı” diye bir an düşünseniz, aklınıza “Merhamet ağızların iğrenç sakızı” diyen acımasız bir mahkeme reisinin, “Siz merhametten, acıma duygusundan, yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız” diyen bir dervişe dönüşünün anlatıldığı Reis Bey gelir.

Ancak Machievelli’nin Prens’e tavsiyelerden biri ya da bir mafya raconu olabilecek bu söz, bugün artık “masumiyet karinesi”, “suçun şahsiliği”, “şüpheden sanık yararlanır”, “bir kişi ancak iddianamesindeki suçtan yargılanır” gibi temel hukuk ilkelerinin hepsinin önüne geçmiş durumda.

En son Bülent Arınç, KHK için “facia” deyince karşısına bu sözle çıkıldı.

Bir müdürün, bir yöneticinin tasarrufuyla KHK listelerine girmiş, işinden olmuş, hakkında soruşturma dahi açılmamış, başka bir işe girmesi engellenen, yurtdışına çıkışı yasaklanmış açlık sınırlarında yaşayan insanların mağduriyetine ya da 40 yıldır bütün cumhurbaşkanı, başbakanları kandırmış bir örgüte, herkesin desteklediği meşru bir cemaatken inanıp girmiş ve devlet çıkın dediğinde de çıkmamak dışında bir suç işlememiş insanların hapse atılmasına itiraz ettiğinizde, bir anda bu insanlar haklarındaki iddialar, suçlamalar bir tarafa bırakılıp, köprüde halka ateş açan teröristlerle eşitleniyor, “Acırsanız acınacak duruma düşersiniz” diye korku salınarak, basit hukuk ve adalet ilkelerinin işlemesi engelleniyor.

Halbuki kimsenin kimseye acımasına gerek yok. Sadece hukukun kendi kuralları içinde işlemesine izin vermeniz yeterli.

1963 yılında Başbakan İnönü de askerleri karşısına alma pahasına, hapisteki DP’lilerin tahliye edilmesi kararını verecek hakimlerin önünü açmıştı.

O günlerde hapishaneden tahliye edilenlerden biri DP’li eski Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu’ydu. Ertesi gün gazetelerde onun hapishane çıkışı kızıyla kucaklaşma görüntüleri vardı.

Kızının adı Nazlı Çavuşoğlu’ydu.

56 yıl sonraki dünkü tahliyelerden geriye en iç acıtıcı fotoğrafı kalan Nazlı Ilıcak...

Nazlı Ilıcak, babasını Kayseri cezaevinde ziyaret ettiğinde orada yatan bütün DP’lilerden defterine bir şeyler yazmasını istemişti.

O milletvekillerinden biri olan Burhan Belge deftere şöyle yazmıştı:

‘Nazlı, senin hayat levhan temiz, boş, tertemiz, manasız husumetlerin yarattığı bir faciaya dair tafsilatın o levhayı kaplamasına ne lüzum var. Sen ve senin neslin, husumeti, düşmanlığı, kini yahut öç almayı değil, yalnız ve yalnız sevgiyi taşıyacaksınız ve sizden sonraki nesillere, sevginin müjde ve mesajını ileteceksiniz ki sadece bugünkü yaraların kapanması ile kalmasın; bu aziz milletin bağrında bir daha böylesine yaralar açılmasın.’

Maalesef öyle olmadı. Kimse masum kalamadı, boş levhalar kirlendi.

Hukukun temel ilkeleri yerine, “Acırsanız acınacak duruma gelirsiniz” dedikçe de bu husumet sarmalından çıkamayacağız, bu yaraları kapatamayacağız...

*

ADALET: NEREDEN NEREYE?

Taha Akyol ise tahliye kararına tepki gösterenlerin çelişkilerine dikkat çektiği yazısında “Tahliye kararlarına sert siyasi tepki gösterenler de var. Ama suçu ve cezayı siyasi görüşler değil, hukuk tayin edecekse, eleştirenler de hukuk diliyle konuşmalıdır. Gerisi siyasi politikten öteye gitmez.” diyor.

Daha önce Büyük Ada davasında yaşanan fiyaskonun bu davada varılan nihai kararla bir kez daha yaşandığını da belirten Taha Akyol, Osman Kavala’nın yargılandığı davanın da dönüp dolaşıp aynı noktaya geleceğini iddia ediyor.

Taha Akyol’un “Adalet: Nereden Nereye” başlıklı yazısı şöyle:

Ahmet ve Mehmet Altan’la Nazlı Ilıcak hakkındaki yargı kararları, bu kişilerin ötesinde, Türkiye’deki yargı sorunları açısından son derece önemlidir ve aydınlatıcı niteliktedir.

Türkiye’nin ağır yargı sorunları var. Adalet çok defa gecikmekte, dahası, haksız tutuklama ve haksız mahkûmiyet kararları da verebilmektedir.

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün “yargısal tasarrufların meşruiyetine ve yargıya olan toplumsal desteğe de zarar veriyor” diyerek ağır sözlerle eleştirdiği yargı kararları!

Kıyametler koparılan “Büyükada Davası” ne oldu?

Deniz Yücel’in serbest bırakılacağını mahkemeden önce siyaset açıklamadı mı?

Hiçbir hukuk normuna uymayan Cumhuriyet gazetesi davası Yargıtay kararıyla beraatle sonuçlanmadı mı?

DARBE, ÖRGÜT, ÜYELİK

Göreceksiniz, Osman Kavala da er geç ve en geç AİHM’den aklanacaktır.

Düşünün ki, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 29 Aralık 2015 günlü kararında, Gezi olaylarında şiddete başvuranlara bireysel cezalar vermiş, fakat bunun darbeye teşebbüs suçunu oluşturmadığını karara bağlamış, sanıkları bu suçtan beraat ettirmişti.  (K: 2015/394)

Fakat bu karar dört yıla yakın Yargıtay’da “sıra bekliyor” ve hâlâ “Gezi olaylarıyla hükümeti cebir ve şiddet kullanarak devirmeye teşebbüs” suçundan tutuklamalar, yargılamalar yapılıyor.

Siyaset siyasi değerlendirmeler yapabilir. Bizde siyaset yüz yıldır karşıtlarını “hain”diye suçlayageliyor.  Altanlar’la Ilıcak’ın tahliyesine de öfkeli siyasi tepki gösterenler oldu.

Fakat önemli olan hukuki tanımlardır. Ağızlardan kolayca çıkan “darbe, örgüt, örgüt üyeliği, örgüte yardım” suçlarının hukuki tanımı…

Yargıtay Gezi dosyasını geciktirmeseydi bu tanımlar kamu hafızasında bir ölçüde netlik kazanacaktı…

Şimdi bu kavramlar Yargıtay 16. Ceza Dairesinin kararlarıyla netlik kazanıyor. Nazlı Ilıcak, Ahmet ve Mehmet Altan davaları bu açıdan çok önemli…

‘AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET’

Altan’lar ve Nazlı Ilıcak “darbe suçunun asli faili” sayılarak müebbet hapse çarptırılmıştı!

Cezalandırma konusunda öylesine önyargılı bir davranış vardı ki, AYM’nin tahliye gerektiren kararına uymayı Ağır Ceza Mahkemesi reddetmişti!

Gazetecilerin ağırlaştırılmış müebbet hapis dosyaları İstinaf’a gitti. İstinaf’ın da kararı aynen şöyleydi:

“Usule ve esasa ilişkin herhangi bir hukuka aykırılığın bulunmadığı, delillerde ve işlemlerde herhangi bir eksiklik olmadığı, ispat bakımından değerlendirmenin yerinde olduğu, eylemlerin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tiplerine uyduğu… anlaşıldığından…” (25 Nisan 2015)

Demek ki bu gazetecilere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesinde “herhangi bir hukuka aykırılık bulunmuyor”muş, “delillerde ve işlemlerde bir eksiklik olmadığı” da tespit edilmiş imiş.

Ama Yargıtay aşamasında, Başsavcı Tebliğname ile bu kararları yanlış buldu. Yargıtay 16. Ceza Dairesi de bu kararları bozdu! (5 Temmuz 2019, No: 2019/4769.)

Hani hukuka aykırılık yoktu, deliller falan tamamdı?!

Madem Yargıtay böyle diyor, öyleyse aynı “emsal”de Mümtazer Türköne niye hâlâ hapiste?

‘CEBİR VE ŞİDDET’

Bu sıkıntılı süreçte Türkiye için bir hukuk penceresi açan 16. Ceza Dairesi’nin Hukuk Fakültelerinde ders olarak okutulması gereken 42 sayfalık kararının en önemli tarafı şu: Faşist hukuk sisteminde her türlü iktidar karşıtı hareket “darbeye teşebbüs” suçu sayılır… Demokratik hukukta ise hükümet karşıtı hareketlerin “darbeye teşebbüs” suçu sayılabilmesi için belli kapasitede “cebir ve şiddet” olması gerekir.

27 Mayıs mahkemesi Menderes ve arkadaşlarını mahkum etmek için faşist hukuk anlayışını uygulamıştı.

Gazetecilerin hareketlerinde “cebir ve şiddet” yoktu, bu yönde  “kasıt” da yoktu.

Neticede Mehmet Altan beraat etti. Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan yazılarıyla “terör örgütüne bilerek yardım” suçu işledikleri gerekçesiyle ceza miktarı nispeten az bir mahkumiyet aldılar, bu sebeple tahliye edildiler.

Bu karar da İstinaf’a ve oradan yine Yargıtay’a gidecek.

Sonunda onlar da beraat edecek; çünkü FETÖ’nün illegal yönünü ve darbe örgütlenmesini MİT ve Genelkurmay bile bilmiyordu; gazeteciler nasıl “bilerek yardım” etmiş olsunlar!

İnsanın aklına gelmez mi; Yargıtay’la mahkemeler arasında niye böylesine uçurum var?

Bu nokta “yargı bağımsızlığı” ve “hakim teminatı” alanlarındaki ağır sistem sorunları kendini gösteriyor.

Tahliye kararlarına sert siyasi tepki gösterenler de var. Ama suçu ve cezayı siyasi görüşler değil, hukuk tayin edecekse, eleştirenler de hukuk diliyle konuşmalıdır. Gerisi siyasi politikten öteye gitmez.

*

MÜEBBET HAPİSTEN TAHLİYEYE

Tahliye kararına yazısında yer veren Elif Çakır da dava süreci boyunca yerel mahkemeler ile Yargıtay kararları arasında ortaya çıkan uyumsuzluk ve tutarsızlıklara dikkat çekerek “Evet, adliyelerin önünden geçen, adliyelere yolu düşen bir vatandaş ‘orada gerçekten hakim ve savcılar’ diyebilmeli, toplumda bu inanç bu güven oluşmalıdır. Bu güvenin oluşması için mahkemelerin verdikleri kararlar ile bir uçtan bir uca savrulmaması lazım. Yerel mahkemelerle Yargıtay arasındaki hukuk farkı bu kadar büyük olmamalıdır.  Sonuçta Yargıtay’daki yüksek hakimlerin önünde ayrı kanunlar, ayrı yasalar, yerel mahkemelerdeki hakimlerin önünde başka kanunlar başka yasalar yok.” diyor. 

Elif Çakır’ın “Müebbet Hapisten Tahliyeye” başlıklı yazısı şöyle:

Bir hukuk sisteminde mahkemelerin verdiği kararlar bir uçtan başka bir uca savrulabilir mi? Yani aynı dosya, aynı kişi hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları veren bir yargı sistemi aynı dosya, aynı kişi hakkında bu kez beş altı yıl hapis cezası verebilir mi?

Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla 5-6 yıllık hapis cezası arasında muazzam bir fark, bir uçurum yok mu?

Birinde bütün umutlar sönüyor, hayatlar kararıyor, bütün yakınlar derin acılara boğuluyor… Ama diğerinde acı da olsa biteceği bilinen sayılı gün var…

TBMM’yi “cebir ve şiddet” yoluyla ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye, anayasal düzeni ve Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs etme iddialarıyla haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları verilen gazeteci Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak üç buçuk yıl tutukluluğun ardından Pazartesi gecesi adli kontrol şartıyla tahliye edildi. Gazeteci Mehmet Altan ise beraat etti. 

Aynı mahkeme bu gazeteciler hakkında daha önce ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları vermiş, istinaf mahkemesi bu cezaları onaylamış ama dosya Yargıtay’a gittiğinde 16. Ceza Dairesi bu mahkumiyet kararlarını bozmuştu.

Söz konusu ceza dairesine göre, gazeteciler “cebir ve şiddet” kullanarak hükümete ve Meclis’e karşı darbe suçunu işlememişlerdi. Yine Yargıtay’a göre bu gazeteciler “örgüt hiyerarşisi” içinde yer almıyordu ve FETÖ terör örgütünün üyesi sayılamazlardı.

Yargıtay Mehmet Altan’ın beraatine, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın terör örgütüne “bilerek ve isteyerek” yardım niteliğinde yazılar yazdığına karar vermişti, bunun cezası çok yüksek olmadığı için Pazartesi akşamı tahliye edildiler.

Başlangıçta bu gazetecilere ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası veren yerel mahkeme bu defa Yargıtay’ın kararına uydu, ilk kararında ısrar etmedi.

Yerel mahkeme üç buçuk yılın ardından Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak hakkında “terör örgütü üyeliği için zorunlu hiyerarşik bağ, çeşitlilik, yoğunluk, süreklilik boyutlarına vardığının tam olarak tespit edilememesi nedeniyle eylemin terör örgütü üyesi olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım suçu oluşturduğu kanaatine varıldı. Mahkememizce yapılan değerlendirmede bu iddialar bakımından ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir” dedi.

Yerel mahkeme Mehmet Altan hakkında “Her ne kadar sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlediğinden bahisle kamu davası açılmış ise de sanığın cezalandırılmasına yeter, kesin, inandırıcı ve şüpheden uzak delil elde edilemediğinden, yüklenen suçun sanık tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle” beraatine karar verdi.

Yerel mahkeme üç buçuk yıldır “terör örgütü” kapsamında cezaevinde tuttuğu Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak hakkında aldığı bu kararı oy birliği ile verdi.

Elbette ki gerek Ahmet Altan gerek Nazlı Ilıcak’ın 17-25 Aralık sürecindeki tutumları yanlıştı ancak bu yaptıklarının karşılığı ne tutuklu yargılanma ne de haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarıydı. Bu bağlamda mahkemenin Yargıtay kararına uyarak vermiş olduğu bu karar hukuk ve adalet adına sevindiricidir.

***

Üzücü olan mahkemenin kanunlara ve yerleşik içtihatlara göre verdiği bu kararı belirli kesimlerin bir hayli tepkiyle karşılamasıdır. Tepki gösterenler hiçbir hukuki gerekçe göstermiyorlar sadece siyasi görüşlerini dile getiriyorlar. Adalet siyasi görüşlerle değil hukukla tecelli eder. 

***

Normalde, gelişmiş demokrasilerle yönetilen, hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olduğu ülkeler bile fevkalade tehlikeli ortamlarla karşı karşıya kaldıklarında geniş kapsamlı tutuklamalar yapabilir. Bu normaldir. Devletin ve toplumun bekasının tehdit altında kaldığı böylesi durumlarda bu tutuklamalar anlayışla da karşılanır.

Nitekim 15 Temmuz’da kalkışılan hain darbe teşebbüsü sonrasında yapılan geniş kapsamlı tutuklamalar da normaldi.

Ancak hukukun üstünlüğü ilkesinin hakim olduğu ülkeler karşılaştığı tehlikenin ilk şokunu atlattıktan sonra normalleşmeye dönmenin adımlarını atar, hukuku devreye sokar, yargı soruşturmalarını dikkatle yürütür, somut delillere bakar, delil olmadığını gördüğü yerlerde tahliye kararları verirdi. Böylece hukuk mağduriyetlerinin oluşmasının önüne geçerdi.

Yani bir hukuk devletinde yapılması gerekenler yapılır, atılması gereken adımlar atılırdı. Ne bir eksik ne bir fazla. Tali yollara sapılmaz, kişisel ve siyasi hesaplar devreye girmezdi.

Hukuk tam da bunun için vardır.

Biz de ise öyle olmadı. Yargı maalesef yüzbinlerce mağdur yarattı.

Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak davaları ülkemizdeki adalet sorunlarının tipik örnekleri arasındadır. Türkiye’de o kadar çok adli yanlışlar yapılıyor ki, adil bir karar çıktığı zaman neredeyse şaşkınlıkla karşılar hale geldik. Yargıçların hukuk içinde kalmaları, vicdanları ile karar vermeleri bizde inanılmaz, gerçekleşmesi imkansız bir şeymiş gibi sanılıyor. Adalete güvenimiz o kadar azalmış ki adalet ve tecelli iki yan yana gelmez kavram gibi geliyor.

Yargı Reformu Strateji Belgesi’nin tartışıldığı günlerde Ankara Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde düzenlenen bir programa katılan Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, yargı reformunun temel felsefesinin mottosunu “güven veren adalet” olarak açıklamış ve şöyle demişti:

“Adliyenin önünden geçen, içine giren, yolu düşen bir insanda ‘Orada gerçekten hakim ve savcılar var, adalet, yargı sistemine güvenirim’ inancının oluşması lazım. Bu algı bizim için her şeyden önemli.” (24 Mayıs 2019)

 Evet, adliyelerin önünden geçen, adliyelere yolu düşen bir vatandaş ‘orada gerçekten hakim ve savcılar’ diyebilmeli, toplumda bu inanç bu güven oluşmalıdır. Bu güvenin oluşması için mahkemelerin verdikleri kararlar ile bir uçtan bir uca savrulmaması lazım. Yerel mahkemelerle Yargıtay arasındaki hukuk farkı bu kadar büyük olmamalıdır.  Sonuçta Yargıtay’daki yüksek hakimlerin önünde ayrı kanunlar, ayrı yasalar, yerel mahkemelerdeki hakimlerin önünde başka kanunlar başka yasalar yok. 

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!