Televizyon ekranlarından köşe yazılarına kadar kamusal müzakere alanımızın parçası olan araçları dikkatle takip ettiğimde genelde ortaya şöyle bir sonuç çıkıyor:
PKK'ya öfke yağıyor ki bu öfkeyi paylaşıyorum.
PKK, devleti şiddete kışkırtan bir stratejiyle hareket etmekle suçlanıyor ki bu tesbite de katılıyorum.
BDP tabanından bile PKK'ya yönelik tepkiler geldiği söyleniyor ki geçen yazımda bu tepkilerden ben de bahsetmiştim.
Sonra ne oluyorsa söz "PKK'yı yenmeliyiz"de noktalanıyor.
Bu noktada benim de aklıma şu soru geliyor: Diyelim ki, Kandil alt üst edildi ve 6.000 PKK'lı "ölü ele geçirildi". Yani "PKK, yenildi". Sonra da anadilde eğitim hakkı teslim edildi. Bu durumda "ölü ele geçirilen" 6.000 PKK'lının bu topraklarda yaşayan milyonlarca taraftarının/ akrabasının "Devletimiz ne güzel etti de haklarımızı teslim etti" düşüncesiyle mi hareket edeceğini sanıyoruz?
Eğer bu sanrıya kapılmadıysak, nihai çözümün siyasî bir nitelik taşıması gerektiğinin de farkında olmalıyız. Bu düşünce çizgisinden hareketle, askerî tedbir bağlamında devletin, sınırları içinde saldırı yapma potansiyeli olan PKK'lılara karşı önlem alması, bu saldırı ihtimalini bertaraf etmesi başka; sınır ötesi tezkere çıkarıp Kandil'i bilmem kaçıncı kez yerle bir etmek amacıyla gencecik askerleri yollara düzmesi başkadır. Üstelik istenen askerî sonuç fazlasıyla alınsa dahi, ülkeyi arzu edilen siyasî sonuca taşımayacak, aksine bu sonuçtan uzaklaştıracaktır.
Bu minvalde Ak Parti'nin BDP'yi anayasa çalışmalarına dahil etmesi ve diğer partilerden farklı bir tutumla yaklaşmaması elzemdir. Ayrımcı veya dışlayıcı bir tavır geliştirildiği takdirde, hep şikâyet edilen "BDP'nin siyasette özneleşememe" hâline katkıda bulunulmuş olur. Bu yüzden Kürt meselesinin çözümünün silahtan değil, siyasetten geçtiği mesajını vermek görevi BDP kadar, bu sorunu çözmeyi vaad eden Ak Parti'ye de düşer.
Başbakan'ın "terörle mücadele, siyasî iradeyle müzakere" formülü bu anlayışın kabul gördüğünün sinyalini verse de mücadele ile müzakere arasındaki ince dengeyi tutturmak hayli zor. Çünkü "terörle mücadele" çerçevesinde devletin atacağı bazı adımlar siyasî müzakere yöntemini anlamsızlaştırabilir. Nasıl ki BDP, Meclis'te siyaset yaparken PKK saldırılarının sürüyor olması PKK şiddetini daha da sorgulanır hale getirecekse, devletin "PKK'yı yenmek" amacıyla düzenleyeceği bir sınır ötesi operasyon da BDP ile yapılacak siyasî müzakereyi anlamsızlaştırabilir. Bu noktada "terörle mücadele" kapsamının ülke içinde tutulması ve PKK'lıyı, şiddete başvurmayan Kürt vatandaştan (PKK sempatizanı olsun veya olmasın) ayırmak hususunda oldukça dikkatli olunması gerektiği kanaatindeyim. Örneğin düzenlenen yürüyüşlerde eli taş dahi tutmayan göstericilerin yaralanmasına ve hatta ölümüne yol açabilen aşırı güç kullanımından sakınılması önemlidir.
Şu anda, belki de tarihinde ilk defa, PKK'nın niyetinin sempatizanları nezdinde açıktan sorgulanmaya başlandığı bir dönemdeyiz. Aşırıya kaçacak olan her tür mücadele yöntemi, bu istisnaî koşulu tekrar PKK lehine çevirme tehlikesi taşıyor. Bu momentumu, mezkûr şiddetin ve karşı-şiddetin bir "muzaffer" doğurmayacağı bilinciyle değerlendirmekte fayda var.
TRT'ye "Muharrem çağrısı"
Alevi camiasının önde gelen entelektüellerinden Şenol Kaluç'un çok önemli bulduğum bir çağrısı var. Karşılık bulması umuduyla paylaşıyorum:
"Hükümet 2009 yılında kendi inisiyatifi ile Alevi çalıştaylarını başlattı. Açılım sürecinin sağlıklı işleyebilmesi, ön yargıların yıkılması ve toplum desteğinin alınabilmesi için Başbakan'ın katılımı ile Alevilerle Muharrem iftarında buluşulması gibi bir dizi sembolik adım atıldı. Bu yakınlaşma çabalarına karşılık toplumda ciddi karşılık bulan en önemli adımlardan biri TRT'nin Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek Aleviler için matem ayı olarak kabul edilen Muharrem ayında -matem günleri süresince 12 güne yayılan- programlar hazırlaması ve 24 Aralık 2009 günü canlı olarak Erzincan'dan Muharrem Cemi'ni yayınlaması oldu. Bu olay gerek Alevi kamuoyunun ve gerekse genel kamuoyunun ılımlı kesimlerinde çok olumlu tepkiler uyandırırken Alevilik'le ilgili önyargıların azalmasına ve bazı kesimlerde de sempati oluşmasına yol açtı. TRT'nin çok az izlenildiği düşünülen ülkemizde o dönem gittiğim hemen hemen her yerde insanların TRT'deki Muharrem yayınlarından bahsettiğine ve Muharrem Cemi'ni izleyenlerin ciddi şekilde etkilendiklerine şahit oldum. Bu çalışmalar Alevi kamuoyunda da olumlu yankı bulmuş ve TRT'nin bu çalışmayı yıllık rutin etkinlikleri arasına alacağı beklentisi doğmuştur. Alevilerin beklentisi Ramazan ayındaki gibi yoğun bir Muharrem yayını olmamakla beraber kısa da olsa hatırlanmaktır. Bu yayınlar bu yönü ile çalıştaylar sürecinin ve hükümetin samimiyetinin sınandığı durumlardır. TRT'nin açılım sürecinin hızı ile gösterdiği duyarlılığı daha bir yıl geçmeden unutması ve geçiştirmesi ılımlı Alevi kamuoyunda ciddi anlamda üzüntü yaratmış ve sürecin samimiyetinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu ve benzeri gelişmeler toplumdaki bedbinliği arttırırken açılım sürecinde hükümeti destekleyen Alevi kesimlerini çatışmacı ve siyasileşmiş kesimlere karşı savunmasız ve zayıf bırakmaktadır. TRT, muhipleri çok az fakat sempati duyanlarının çok olduğu Mevleviliği ve Mevlevilikle özdeşleşen Şeb-i Arus törenlerini her yıl hiç kimsenin hatırlatmasına ihtiyaç duymadan canlı yayınlamakta ve Mevlevilik'le ilgili programlar hazırlamaktadır. Sayıları devlet yetkililerince en az yedi milyon civarında olduğu söylenilen Alevilerin yok sayılması ve hatırlanmaması bu açıdan üzüntü vericidir. Harcanan emeklerin boşa gitmediğinin gösterilmesi için bu konunun es geçilmemesi gerektiğine inanmaktayım."
YENİ ŞAFAK