Muarefe

Ali Bulaç

Demokrasiyi siyasetin bir yöntemi olarak gördüğümüzde, bu yöntemin hakkından gelemediği sorunlardan birinin "öteki" ile olan ilişkilerin tanziminde ortaya çıkan zorluk olduğunu söyleyebiliriz. Giderek kaos, düzensizlik ve bileşenlerine ayrılmakta olan toplumun her bir parçasının kendini hayatın merkezine koyup diğerleri üzerinde tahakküm kurma teşebbüslerinin arttığı bir döneme giriyoruz.

Elverişli manevi ve felsefi bir arka plandan yoksunluk dolayısıyla mevcut siyasi kültür, "öteki"yi "ötekileştirme tehlikesi"ne karşı koruyamıyor. Ben-merkezciliği kendini gerçekleştirmenin yegane biçimi seçen etnik, sınıfsal, dinî, bölgesel, dil grupları, marjinaller, lobiler, çıkar ve baskı çevreleri ötekileri şeytanlaştırıyorlar. Bu, çatışmaları daha da derinleştirmekte, buna paralel olarak şiddetin potansiyelleri ve kullanım biçimleri daha da artmaktadır.

Grekler, ötekiyi "barbar" görürlerdi. Ortaçağ Avrupa'sının ötekisi "putperest kâfir", sömürgecilerin "kültürleşmemiş vahşi", Soğuk Savaş dönemininki ise "komünist" idi. 1990'lardan sonra Batı'nın ötekisi "Müslümanlar" oldu. Ama şimdi Müslüman da tek başına öteki olmaya yetmiyor; toplum çözüldükçe, her bir parça diğerini ötekileştirip ya baskı altına almaya veya tümüyle imha etmeye kalkışıyor. Bunun önemli sebeplerinden biri, modern kültürün "ötekiyi tanımlama"ya kalkışmasından kaynaklanmaktadır. Modern kurucu zihinlerden de öğrendiğimiz üzere, benin kendini tanıması ve anlamlandırmasının yolu, ötekiyi tanımlamaktan geçmektedir. Modern Batı kültürü bunu Greklerden kadim bir miras olarak aldı, tarih boyunca kullandı, bugün de kendini ve kendisi dışındaki dünyayı bu perspektiften algılayıp tanımlama alışkanlığını devam ettirmektedir. Küreselleşme modernliğin ölçek büyütmesi ameliyesi olarak sürdükçe çatışmalar azalmayacak, artmaya devam edecektir.

İnsanın temel bir perspektif değişikliğine gitmesi gerekir. Bu da, artık iç enerjisi ve entelektüel imkânları hayli zayıflamış olan aydınlanmanın "kültürel mirası"nda ısrar etmekten değil, yeni bir "irfan mirası"na dönmekten geçer. Aydınlanma "insanı tanımlamak suretiyle zorunlu olarak ötekileştiriyor". İslam'ın irfan mirasında ise, hangi dinden, etnik, dil, bölge grubundan olursa olsun, insan insanın ötekisi olsa bile, ötekileştirdiği şeytanı olamaz. Çünkü şeytanlaştırılacak olacak yegâne öteki, "insan" değil, "şeytan"dır.

İnsanın kendisi ve öteki insanlarla olan meşru ilişkisi "tanımlayıcı ötekileştirme" değil, tanıma ve anlama süreci olan "irfan, ma'rifet, tearuf ve muarefe"dir. Çünkü Allah bir hikmet üzere insanları "birbirlerini tanısınlar diye farklı kabileler ve halklar" şeklinde yarattı (49/Hucurat, 13). İnsanın asli görevi önce kendini bilip-tanıması (Ma'rifetunnefs)'dır. Arkasından yaratılmışları tanıyıp anlaması (Ma'rifetülhalk), son aşamada da Allah'ı tanıması (Ma'rifetullah) beklenir. Beşeriyetin meşru "örfü"nde temel eğilim bu olmuştur. Marifetin kuralı kusurun kendimizde aranmasıdır. Yani düşman öteki değil, içimizdedir.

Bizden olmayanı tanımlamaya kalkıştığımız zaman onu ötekileştirmiş, yani şeytanlaştırmış oluruz. Ötekileştirilen herkese karşı ya asimilasyon ya etnik arındırma veya yok etme tutumunu benimseriz. Herkesi kendi tanımı ve beyanıyla tanımaya çalışmalıyız. Başkalarını şeytanlaştıramayız, çünkü zaten bizi birbirimize düşürmeye ahdetmiş bulunan gerçek şeytan vardır, o bizim düşmanımızdır. Biz ve ötekiler birer gerçeğiz. Birlikte ve bir arada yaşamak zorundayız. Çünkü farklı yaratılmış olmamız bir hikmete mebnidir ve biz bu hikmetin ne olduğunu anlayabilmek için diğerini tanımaya ve anlamaya çalışmalıyız ki, bu sürece genel anlamda "Muarefe" diyoruz.

"Müzakereci siyaset" muarefe ile başlar, başarılı olursa derinlemesine ve kapsamı geniş "müzakere"ye geçilir. Bu süreçte de başarı sağlanırsa Muahede zemini teşekkül etmiş olur.

ZAMAN