Pontus tartışmaları hiçbir uyarıya kulak asmadan alıp başını gitti. Trol hesaplardan yayılan hezeyanlar olsa gülüp geçilecek nakaratlar, yenilir yutulur olmayan formlara büründürülüp mahalle kavgasında edilmeyecek sözler kıvamına erdirildi. Hem de devletin tepesinden tutun, meydanın boşluğunda durumdan vazife çıkaran “mücahitler”e kadar, seçim sathı mailinde kullanışlı(!) olduğu düşünülen her türlü argüman belaltı salvolarla arzı endam ettirildi. (Bu tablonun içinde yer alanlara ayna tutan bir yazıyı bugün Yıldıray Oğur yazdı: Neneme Atina’nın Yunanistan’ın başkenti olduğunu söylemeyin…/Karar)
Bitti; en azından aşılamalarla belli ölçüde zayıflatıldı zannediyorduk ama yanılmışız.
Bu tarz, ofsayt olduğu bilinen bölgeye top atıp ardından ortalığı velveleye verme geleneğinin, ittihatçılığın ulusalcı kanadının ve Osmanlı’nın parçalanma döneminin korkuları ve hastalığı üzerine bina edilen yanlış çözüme (Seküler despotik Ulusalcılık) bel bağlamaktan bıkıp usanmamış olanların çıngırağı olduğunu zannederek avunuyorduk.
Ama 15 Temmuz’dan bu yana, “yerli-milli” diye diye buralara savrulunabilineceği hiç aklımıza gelmemişti. Öyle ya, daha 5-6 yıl öncesine kadar Meclis kürsülerinden, meydanlardan ulusalcı ezberleri bozan, dolayısıyla yürekleri soğutan, zihinleri tamir eden çıkışlar ve açılımlar yapanların yerlerinde yeller esiyordu adeta. Birileri on yıl önce deselerdi ki, “Ergenekon’un neferleriyle öyle ya da böyle mücadele ediliyor amma, bu “Ergenekon ruhu”nun gücünü hafifsememek lazım. O ruh ki, nicelerini dönüştürdü de dönüştürdü!” “Hadi canım” derdik; “daha neler.”
Nasıl bir virüsmüş ki bu ne aşı dinliyor, ne önleyici alternatif tıp, ne de cerrahi müdahale! Tabii sorun kalpte mi beyin de mi halen tartışılmakta maalesef! Sekülariteden kör göze parmak girip, muhafazakar sağcılığın ruhundan incelerek çözülüp yağmur bulutları gibi etrafa yayıldıktan gayrı şimşek gibi çakıvermek bilinmeyen bir anda. Ne de uzun cümle oldu böyle. Şuna Sol-Orta-Sağ Kemalizm desek kısa yoldan. Yani sağı solu farketmeyen, her yolu Roma’ya çıkan.
Herkes bana/bize benzesin. Küçük olsun benim/bizim olsun.
Yan sanayi olmanın ötesine uzanmanın da bir alemi yok. Ömür kısa.
Ya bendensin ya yedi düvelin. Zaten bizim bizden başka dostumuz da yok.
“Adamlar çıktı aya, bizler yaya” ama olsun, “Bu gelen bizim ayak seslerimiz”.
Mesele biz isek gerisi teferruattır…vs…vs…
Bu işin posası bu; popülizmi, bundan başka bir şey değil. Çünkü en büyüğümüzden en küçüğümüze kadar önemle ve dahi tecrübeyle vurgulandığı gibi “Oyun Büyük”. Kimin ağzından çıkarsa çıksın yüz yıldır aynı nakarat.
Tamam, haklı korkularımız da olsun. Ama korkunun bile bir niteliği, fiziği, kimliği, maneviyatı olur. Hep aynı ruhu taşıyan korkular, dönüp dolaşıp kürkçü dükkanı hikayesine varıyorsa, korkular, travmalar sürekli bipolar tepkilere muhatap olacaksa, çözüm yolu arayanların da nefesleri tükenmez, umutları hülyalara karışmaz mı?
Birarada, farklılıkları tanıyan bir tarzda, farklılıkları tanımayı bırakın, farklılıkları elzem/zenginlik olarak gören bir medeniyetten ne ara bu girdaba girdik de çıkamıyoruz diye sormaz mı insan. Bunun insana, bize, taşa tarlaya, kuşa havaya, börtü böceğe, ekonomiye, kültüre, zenginliğe, paylaşmaya, kendimizi geliştirmeye zarar verdiği, tersinin ise bütün o korkuların aksine bir sinerji yaratacağını nasıl görüp gözetemez. Bu tarih, medeniyet, ahlak, kültür, insan hakları, felsefe, din kültürü dersleri ne işe yarar Allah aşkına! Zorunlu mu olsun zorunsuz mu’dan başka, bu ideolojik serkeşlikten çıkıp o şair mi bu şair mi kısır döngüsüne mahkum olan zavallılığı görüp gösterecek olanlarımızı hala neden yetiştiremedik acaba? Mahalleleri korumak için istihdam siyasetinden vazgeçilmedikçe bu kısır döngüyü kırabilmek de zor görünüyor.
Abduh, yıllar evvel yazdığı Tevhid Risalesi’nde fetihçi Avrupalıların girdikleri yere misyonerleri sokup insanları din değiştirmeye icbar etme siyasetinden bahsederken, Müslümanların asla böyle bir işe tevessül etmediklerinden bahisle, onların halk arasına karışıp onlara sevgi ve merhametle muamele ettiklerinden, halkın birlikte yaşama erdemliliğine alışması için çaba gösterdiklerinden bahseder.
Müsteşrik Goitein, 10 ila 12. Yüzyıllar arasına ilişkin İslam tarihinin birarada yaşama modellerini, siyasi, kültürel ve hukuki açıdan öve öve bitiremez. Kendi kavramlarıyla “Ortaçağ dini demokrasisi” olarak adlandırdığı bu dönemin 19. Yüzyılda Wilhelm von Humboldt tarafından ancak teorisi yazılabilen liberal-araçsal-devlet türünün başarılı bir uygulaması olduğundan bahseder. O, modern ulus devletlerin güçlü kontrol mekanizmalarının aksine, İslam siyasi düzeninin “kendi kendini idare mekanizması”nı hayranlıkla tasvir eder. Cemaat liderlerinin kendi halkları tarafından atanması, para kaynaklarından mahalli görevlere ve cemaat mahkemelerine kadar izlenen çoğulcu siyasete, hatta o kadar ki, mesela hıristiyan cemaatler karşı çıktığı halde, geniş kümelere tanınan hakların on kişilik gruplara bile teşmil edilmesinin ne ölçüde dikkate değer ve çağın da ötesinde olduğundan bahseder.
Bazı müsteşrikler, bu vizyon, seviye ve ontolojik düzlemi anlayamadıkları için, sistemin cemaatleri birbirine yabancılaştırma amacı taşıdıklarından bahsederken, bu kıskançlığın kendilerini tezleriyle çelişen duruma düşürdüğünün dahi farkına varmazlar. Zira aynı adamlar, Yahudi ve Hıristiyan toplulukların bırakın yabancılaşmayı, toplumun ihtiyacı olan her meslek türünde varolduklarını, üst düzey memur, doktor, demirci, ayakkabıcı, kuyumcu, kasap, fırıncı, terzi…derken aslında sistemin bilakis sosyo-politik hayat ve kurumsallaşma içinde sosyo-politik farklılaşmanın temel parametresi olan dini kültürel çoğulculuğu canlı tutmak suretiyle sosyal dengeyi garanti altına almak, kamu hayatında cemaatlere dayalı bireyleri daha aktif hale getirmek, korunan otantiklik sayesinde ekonomi de başta olmak üzere her yönden canlılık, zenginlik, denge ve birbirleri sayesinde gelişim sağladıklarını itiraf etmek konumunda kalmışlardır. Öyle ki, aile hukuku, miras ve ticari muameleleri kendi içlerinde gören cemaatlerin, kadılara başvuran mensupları yüzünden kendi hukuklarını geliştirmek zorunda kalmaları gibi örnekleri de aktarmadan edemezler.
Kendine benzetmeye çalışan seküler ve dini tecrübelerin aksine İslam’ın parlak yüzyılları insanları kendi olarak yaşamalarına fırsat veren, esas örnekliğin burada olduğunu ortaya koyan ve bunu adalet, ilim ve medeni gücünü sahaya sürmekten başka bir yönteme tevessül etmeden başaran bir tecrübe idi.
İnsanlarına gepgeniş yürekler ve medeniyetsel vizyonlar bahşeden bu tarihten küçük ama veciz bir örnekle bitirelim;
İbn Teymiyye’nin “İş Tutuş Tarzımız” Dediği…
İbn Teymiyye Mecmû’u’l Fetâvâ’sında şunları bırakıyor insanlığın bağrına:
“Tüm Hıristiyanlar, Moğollardan mahkumlarımızı hürriyetlerine kavuşturmalarını nasıl istediğimi çok iyi bilirler. Ancak Moğollar sadece Müslüman mahkumları serbest bıraktılar…Şöyle dediler: ‘Bizim elimizde sadece Kudüs’te yakaladığımız Hıristiyanlar var. Onları serbest bırakmayı reddediyoruz.’ Ben şöyle cevap verdim: ‘Elinizdeki tüm Yahudiler ve Hıristiyanlar bizim tebaamızdır. Onları serbest bırakmanızı sağlamak mecburiyetindeyiz. Bekleyecek vaktimiz yok, Müslüman olsun Zımmi olsun bir mahkumu bile sizin elinize bırakmayacağız’. Sonunda dikkate değer sayıda Hıristiyanın serbest bırakılmasını sağladık. İşte bizim iş tutuş biçimimiz ve cömertliğimiz. Allah karşılığını versin”
Diyarbakırlı yaşlı dayının iş tutuş şekli de bu medeniyetin bir uzantısı değil miydi? Diyor ki; “Babam Ermeni komşusunun emanet ettiği ağabeyimin, çocuğu Müslüman mı Hıristiyan olarak mı yetiştirelim diye helallik alamadık, acaba ahirette sual olunur mu?” diye hayiflanmisti senelerce...
İş tutuş şekillerimizi değiştirmemiz gerek. Gayrı Müslimlerle de, Müslümanlarla da olan ilişkilerimizde birçok ayetin yanına Hucurat 13, Rum 22, de katmak elzem.
Zira farklılıkların üstünlük, düşmanlık konusu değil, varoluşun fıtratı ve birarada yaşamın zenginliği olduğuna vurgu yapan bu ayetin tavsiye ettiği seviyeye ulaşmadan bırakın “İş Tutma Tarzlarımız”ın olgunlaşmasını, düşmanlıklarla yetinmeyip yapay düşmanlıklar üretmekle yorulacağımız, pusuda beklediğini söylediklerimize de asıl o zaman fırsat verip insani enerjilerimizi kendi ellerimizle tüketeceğimiz aşikardır.
“Ey insanlar, şüphesiz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Tanışasınız diye…”
Renklerin ve dillerin ayrı yaratılmasında ibretler olduğunu vurgulayan Rabbimiz, “tearuf”un yani karşılıklı tanışmanın öneminden ve yaratacağı zenginlikten de vahyin bütünlüğü içerisinde bahsetmektedir. Nitekim yukarıda bahsettiğimiz medeniyetsel pasajlar da vahiyden başka bir kaynaktan mülhem değildir. O halde hem vahyin, hem de insanlığın tecrübesine kulak vermek elzemdir.
Hem ulusalcılık ve bağlı ırkçı türevlerinden, hem de her ne pahasına olursa olsun cepheleşmenin yozlaştırıcı ikliminden kurtulmak için Allah'ın "tanışasınız..."nidasındaki tearuf ve taarrüfa sarılmak ve böylelikle hakkaniyet, sulh ve merhamete uygun bir zeminin oluşturulmasına gayret göstermek her zamankinden elzem bir hal almıştır