Modernlik ve "babalığın" tasfiyesi

Ercan Çiftçi modernleşmeyle birlikte ailenin yaşadığı değişimi ve "babalığın" nasıl işlevsiz hale getirildiğini inceliyor.

Ercan Çiftçi / Fikirname

Babalığın tasfiyesi

Batı, 15. yüzyıldan itibaren bir kültürel dönüşüm, deyim yerindeyse kültürel bir evrim yaşadı. Kilisenin estirdiği engizisyon terörü, krallıkların bitmek bilmeyen zulmü, bilim adamlarının sürekli baskı altında oluşu topyekun bir yeniden doğuşa sebep oldu. Bu doğuş; kiliseye karşı aklın, derebeyliklere karşı demokrasinin zaferi idi. 18. ve 19. yüzyılda zirveye ulaşan bu oluşa; Aydınlanma Çağı denildi. Merkezi insan, yöntemi akıl ve bilim olacaktı. İnsanlık ideallerine, İnsan Hakları Ortak Beyannamesi ile ulaşacaktı. Yola düşüldü; gelenek adına ne varsa reddedildi, din adına ne varsa aşağılandı, tabiat kanunları kutsandı. İnsanlar şehirlere gürül gürül akıyordu. Şehirler  sanayileşiyor, burjuvazi ve işçi sınıfı gibi yeni sınıflar doğuyordu. Aileler değişiyor, geniş aileler çekirdek ailelere dönüşüyordu. O güne kadar yok sayılan kadın birden anımsanıyor ve üretim araçlarının kullanımına ortak ediliyordu.

Kadın, evinden özgürce çalışmak için çıkmamıştı. Düşük ücretli işçi çalıştırmak isteyen kapitalist baronlar için burjuvaya isyan eden köleler ve erkek işçilerin yerine çalıştırılmak için çıkmıştı. Bu, yıkımın ilk habercisi oldu. Çalışanlar arasında fuhuş hızla arttı, taciz vakaları sıradanlaştı. Aydınlanma Çağı herhangi bir dini, ahlakı ve kaygıyı meşru görmediğinden bu yeni hâl kendi kurallarını üretti; “baba”, ilk kopuşunu bu dönemde yaşadı. Ve İnsan Hakları Beyannamesinde eksik olan kadın hakkı “feminist kadınların eser ve eylemleri” ile tamamlanmaya başlandı.

Ataerkillik yahut Patriyarka

Aydınlanmanın iki ideolojisi vardı; liberalizm ve sosyalizm. İster çatışsın ister uzlaşsın, diyalektik olarak ikisinin de varlığı Aydınlanmanın devamı demekti. Bu sebeple aile, kadın ve erkek konularında ikisi de benzer görüşlere sahiptiler.

Babalığın tasfiyesi kolay değildi. Önce modern aile tiplemesi geliştirildi; en fazla iki çocuk vardı bu ailede. Kadın-erkek ayrı ayrı bireylerdi, tabi ailenin diğer fertleri de. Aileler küçüldükçe tüketim daha da arttı. Büyükanne, büyükbaba yalnızlaşmaya, ailenin dışına itilmeye başlandı. Ardından yeni evlenen çiftlerin kendi yuvalarını kurmaları özendirildi. Tüketim araçları arttıkça sermaye sahipleri kazanıyor, kişiler ise daha çok çalışmak zorunda kalıyordu. Ancak bunun hem kadın hem erkek açısından sistematik bir yapıya oturması gerekiyordu; sosyolojiden ödünç alınan ataerki ve patriyarka bu manada iki özel kavramdı. Malum; Aydınlanma sonrası sosyoloji diye bir bilim ortaya çıkmış ve gelişim aşamasında Batı ideolojilerinin taşıyıcı aktörüne dönüşmüştü.

İlk kullanımlarında patriyarka, erkeklerin evin reisi olduğu işaretinden hareketle toplumların yönetiminde kullanılan bir referans kelimeydi. Kilise/peder/papa/patrik kavramlarının bir manasının da baba olduğu hatırlanırsa; din, kapitalizm, oligarşi vb. ne varsa aynı patriyarka kavramı ile ideolojik bir bütünlük kazanır. Patriyarka; sosyolojinin ve Batılı hayat biçiminin ürettiği bir kavramdır. Batılıların ona yüklediği mananın ülkemizde karşılığı yoktur.

Nitekim bu ülkede; ne engizisyon mahkemeleri kurulmuş, ne kadın yahut erkek sömürü vasıtası olarak kullanılmış, ne de Batı’da zuhur etmiş toplumsal sınıfların benzeri görülmüştür. Ancak Tanzimat Fermanı ile başlayan, Cumhuriyet ile devam eden Batılılaşma furyasında; İslam ve Anadolu irfanı ile yoğrulmuş ne varsa ciddi anlamda tahrifata uğramış ve kültür emperyalizmi vasıtası ile Batı’nın yaşam tarzı, toplumsal kuramları, cinsel yönelim ve aile anlayışları ülkemize girmiştir.

Bu vesileyle zaman içinde tıpkı Batı’daki gibi eşcinsel aileler, sperm bankasından hamile kalarak anne olanlar, taşıyıcı annelik adı altında başka bir kadından çocuk sahibi olanlar artmıştır. Baba “patriyarkal baskı” denilerek sürekli zan altında bırakılmış, ailede yaşanan sıkıntılar derinleştirilerek “aile içi şiddet”, “erkek şiddeti” şeklinde medya vasıtasıyla sürekli gündeme taşınmıştır. Böylece hem erkek hem kadın birbirine kışkırtılarak şiddetin çoğalması ve kuvvetinin artması sağlanmıştır. Şiddet arttıkça “patriyarka” ve “erkek şiddeti” söylemi de aynı derecede arttırılmış ve kanun koyucular baskı altına alınarak babanın aileden tasfiyesi kolaylaştırılmıştır.

Biyo-politika ve iktidar

İlk kez Michel Foucault tarafından kullanılan biyopolitika kavramı, Avrupa’nın yakın siyasi tarihine damgasını vurmuş ve ülkemizde de yeni yeni kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Foucault’a göre biyopolitika; nüfusu ekonomik bir kaynak olarak gören, insan bedenini de siyasete dahil eden bir iktidar biçimidir. Ona göre insan artık siyasetin öznesi değil, nesnesi durumundadır.

Michel Foucault (1926-1984)

Foucault, eşcinsel ve aynı zamanda mazoist bir şahsiyettir; ölüm sebebi de AIDS’tir.* Bu vurgumuzun sebebi biyopolitika anlayışının Foucault’da nasıl bir dünya görüşüne dönüştüğünü belirtmek içindir. Nitekim Foucault’nun bu tezi zaman içerisinde birçok feminist ve eşcinsel, hatta J. Butler gibi cinsiyetsiz toplum savunusunda bulunan birçok entelektüel üzerinde ciddi tesirler bırakmıştır.

Cinselliğin aile mekanına hapsedildiğini söyleyen Foucault, onun düzenlenmesi ve yararlılığının arttırılmasını ister. Bu elbette yeni cinsel yönelimler, cinsiyet çeşitlilikleri ve akışkan birliktelikler demektir. Çıplaklık, cinsel yönelimler ve üreme Foucault’ya göre iktidarın en büyük aracıdır. Bu cinsel yönelimler, doğumun azalması, iktidarın daha güçlü görünmesi demekti. Ama bu aynı zamanda hem anneliğin hem babalığın tasfiyesi idi.

Birçok feminist aktivist Foucault’nun bu tezinden beslenerek, kürtaj başta olmak üzere beden üzerinden yeni tanımlamalar geliştirdi. Anneliğin vücut yapısını bozduğu, cinselliğin bir ataerkil iktidara teslimiyet anlamına geldiği feminist çoğunluk tarafından benimsendi. Zaten mevcut olan erkek karşıtlığı daha tutarlı bir ideolojik yapıya oturtularak; “erkek, baba, koca” diye tanımlanan şahıslar hayattan çıkarılmaya, farklı bir sınıfmış gibi sunulmaya başlandı.

Batı dünyasında kadın ve işçi için öngörülen mülksüzleştirme, yarının toplumu için de zaruri olarak görülmeye başlandı. Toplum cinsellik üzerinden çıplaklaşırken aynı zamanda mülkiyet olarak da çıplaklaşmaya başladı. Nitekim cinsellik üzerinden iktidar kuranlar, nüfusu yönetenler, yani bir grup kapitalist azınlık, dünya genelinde var olan mülke talipti ve büyük yollar katetmişti. Aile, en büyük kültür ve iktidar taşıyıcısı; baba ise bu ailenin en güçlü aktörü idi. Erkek eşcinselliği teşvik edilerek hem geleneksel aile hem de normal cinsellik algısı yok edilmeye başlandı.

Post-modern babalık

Modernizm eleştirisi üzerine kurulu ve modernlik ötesi olarak anılan post-modern anlayış eğitimden sosyolojiye, biyolojiden fiziğe, siyasetten dine geniş bir tesir alanına sahiptir. Sadece cemiyet hayatında değil, eşya ve hadisenin olgunlaştığı her alanda kendini göstermiştir. Bunların başında da cinsiyet, beden, emek ve iktidar gelmektedir.

Toplumsal cinsiyet kuramları post-modern zamanlarda dilde taktik bir hareket yaparak, hemcins evliliğini “evlilik eşitliği” şeklinde hukukî ve demokratik bir kabule taşıdılar. Hatta daha ötesi, Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde bu eşcinsel çiftler evlat edinip çocuklu aile de kurabilmektedirler. Bu hususta feministler oldukça aktiftir. Aile yaşamı ve kuruluşu noktasında tek tip ailenin (normal aile; kadın, erkek ve çocuk) idealize edilmesine, evlilik kurumunun sabit ve bağlayıcı bir şekilde bulunmasına şiddetle karşı çıkan feministler, farklı aile formlarının (eşcinsel, tek ebeveynli ve çocuksuz aile) olabileceğini de söylerler. Feministler için mevcut aile yapısı kadın için sömürü merkezidir. Bunun sebebi de ataerkil oluşudur. Kadının özgürleşmesi bu ataerkil yapının ortadan kalkmasına bağlıdır. Dolayısıyla feministler genelde ataerke, özelde babaya bu manada şiddetle karşıdırlar. Baba sadece biyolojik bir aktördür, varlığı ve yokluğu sadece erillik kıymeti kadardır.


* Dostu Guy Sorman Foucault’un Tunus’da bulundukları dönemde küçük çocukları istismar ettiğini itiraf etti.  “Bazı çocukların yaşı 10 bile değildi ve çocukların fikrini de sormuyordu o an”  diyen Sorman’ın, polise gitmediği için büyük bir pişmanlık duyduğunu itiraf etmesi medyada büyük yankı uyandırdı.

Haber Haberleri

Suriye yeni bir hikayeye başlarken bize düşen sorumlulukların farkında olmalıyız!
Sistematik bir katliamı "Bahane" olarak görme hezeyanı
Türkiye’deki Suriyeli muhacirler Halep’e dönmeye başladı
Şeyho Duman vefat etti
BM temsilcisine Hamas protestosu