Aydınlanma düşünürleri için insanlığın çocukluk evresine ait bir olgudur din! “Sekülerleşme tezi” ile modern dünyada insanlar “Aydınlanacak” dolayısıyla din olgusu siyasal, toplumsal ve bireysel anlamda terk edilecektir.
Sekülerleşmenin literatürde birçok tanımı vardır. Bu tanımlardan en fazla bilinen ancak en indirgemeci olanı; “din ile devlet işlerinin ayrılması” olarak konuyu sadece yönetim şekline hapseden tanımdır. Oysa bu tanım “laikliği” yani siyasal alanı içerirken, sekülerleşme ise toplumsal görüntüyle alakalı sosyal alana ait bir kavramdır.
Modern ve dindar kavramları iki karşıt düşünceyi barındırdığı iddiası taşır. Modern’in içinde dinin de bulunduğu geleneğe karşı mücadele eden bir ideoloji haline gelerek, modernizme dönüşmesi bunun sonucudur. Dönüşüm modern toplumun temel sorununu ortaya çıkarır; “Toplumsal birlik ve dayanışma içindeki kültürel çeşitliliğin sürdürülmesi” sorunu!
Modernlik basitçe kutsal olandan alalade olana, dinden bilime geçişten ibaret bir olgu değildir. Modernlik fikri, akıl ile doğa ve yerleşik güçler arasındaki mücadeleden neşet eden bir olgudur. Geçmişle, geçmişin otorite biçimleri ile geleneksel örgütlenme şekilleri ve inançları ile uzlaşmaz. Salt çalışmaya, üretim için örgütlenmeye, ticaret serbestisine yönelik bir insan ve dünya yani “kapitalist” bir örgütlenmeyi inşa etme amacı taşır.
Bu anlayışın zaferi bütün ezeli ilkelerin baskılanması, Tanrı fikrini ima eden ruh, vahiy ve ahlak ilkelerinin reddedilmesi, bütün özerk benlik ve kültürün bilimsel anlayış lehine ortadan kaldırılması anlamına gelir.
Doğal yasalara hakim olan bir akıl vahye ihtiyaç duymaz! Bu yüzden “mevcut durumu” modern olanlar ile moderne ulaşmak için modernleşme “sürecine” girenler ayrımı yapılır. Modernitesini tamamlamış toplumlar din gibi çocukluk evresinin korkularından arınacak akla sahiptirler! Bu durum önce “Modernleşme teorisi” ile sonra ise “Sekülerleşme tezi” ile formülize edilir.
Bu teori ve tezlerin kökeninde ise; Batı aklının doğaya karşı mücadelesinde, eşyaya yönelik müstağnileşmesi sorunu vardır. Sanayi devrimi, aydınlanma, Fransız devrimi ve bilimsel gelişmelerin ortaya çıkardığı müstağnileşme varlığını; kapitalizm, ulus-devlet, kentleşme ve pozitivizim gibi unsurlar ile sürdürür.
Bir ütopya olarak insanın özgürleşmesi ve yücelmesi vaadinde bulunan Aydınlanma, en önemli adımını insan aklına yüklediği anlam ile atar. Kant; “insanın akılsız bir varlık olmadığını ancak aklına başkalarının klavuzluk ettiğini” söyler. Bu durumu insanın “ergin olamama” durumu olarak tarif eder.
Akla yönelik bu çıkış, ekonomide verimliliği ve bu doğrultuda teknik ve teknolojik gelişimi sağlar ve doğa yasalarına hakim olduğunu sanan insan azgınlaşır! Aydınlanma düşüncesinin akla duyduğu aşırı güven ile bilim ve ilerlemeyi aynı potada eritmesi “tarihin doğal akışına müdahale” ile “ sürekli ilerleyen, ideal toplum ” amacına yöneliktir. Artık bilim insanların hayatlarını kolaylaştıran buluşları yapmak adına değil elinde bulunduranı diğer insanlara karşı egemen kılacak bir araç olarak kullanılır.
“İdeal toplum” düzeni kendi içinde “mutlak gerçeklik” anlayışını getirir. Mutlak gerçeklik, bilimle özdeştir. Artık aklın asıl sahibi birey, bilim karşısında nesnedir. Aydınlanmanın miti olarak görülen akıl bir süre sonra “akıl tutulması” yaşayarak çatışan çıkarlara hizmet etmeye başlar. Burada ise Modernizmin dogmaları devreye girer. Bilim ve bilgilenmenin dinden uzaklaşması ve akıl yürütmeye dayalı bir insan tasarımının varlığı evrensellik, tek doğru, bilim ve mantık gibi öğeleri ön plana çıkarırken ahlaki temellerini hümanizme indirger.
Aslında dinin her alanı kontrol eden bir otorite olmaktan çıkması, sekülerleşmenin mutlak bir zaferi değildir. Din bu anlamda kültürel alanda varlığını farklı formlarda sürdüren aynı zamanda modernle ilişki içinde bir olgu olmaya devam eder.
Türkiye’de “dinde reform” çabaları bu amaca hizmet eder. Ülkemizde “Sekülerleşme tezi” politik olarak dayatılmış bir olgudur. Türkçe ezan, camilere ayakkabı ile girilmesi, sıralar konulması, müzikli ritüeller düzenlenmesi bu amacı besler. Gelenekten kopuş, modernleşme ve sonucunda seküler bir toplum fikri siyasetin, toplumun ve ekonominin laikleştirilmesi ile sağlanmaya çalışılır.
Sekülerleşme tezi; ne kadar modernleşme o kadar sekülerleşme şeklinde özetlenebilir. Üç asırdır her gelen yeni nesil artık tabiatüstü olana yönelik inançların terk edileceğinden biraz daha emindir. Comte; “Modernleşerek teolojik dönemin aşılacağına”, Engels; “Sosyalist devrim ile dinin yok olacağına”, Freund; “ En güçlü ilizyon olan dinin psikanalistin elinde ruhunu teslim edeceğine” inanır. Halen bu fikri savunanlar da vardır! Örn; Steve Bruce 2002 yılında yazdığı kitabına; “Tanrı öldü” ismini vererek “dinin moderniteye yenildiğini” anlatmaya çalışır.
Ancak “kutsal” insanın hayatından hiç çıkmaz, modern ya da geleneksel kutsal belirleyici olmaya devam eder. İnsanların hayatını din bütünüyle kuşatmasa da kutsala olan inanç devam eder. Ait olmadan inanma olarak tarif edebileceğimiz bu duruma en güzel örnek, dünyanın en seküler ülkesi kabul edilen İzlanda’da yapılan bir araştırmadır; kiliseye gitme oranı %2 ancak % 81 ölüm sonrası hayata, %88 ruhun varlığına inanır, kendini ateist olarak tanımlayanların oranı ise % 2.4 olarak tespit edilmiştir.
Bir dönem sekülerleşme tezinin savunucularından Peter Berger, 1968’de; “21 yy’da dine inanan bir insan Amerikan Üniversitesini ziyaret eden Tibet’li bir müneccim gibi komik bir durumda olacak” demiş, ancak aynı Berger 1996 yılında, Amerikan medyasının Tibet’in dini lideri Dalai Lama’yı konuk etmek için sıraya girdiklerine tanık olunca bu düşüncesinden vazgeçmiştir.
Ancak bu örnekler dinin modernite ile girdiği mücadelede zafer elde ettiği anlamına gelmez. Bu iki olgu birbirini etkilemektedir. Mabetlerdeki bilgisayarlar bunun en bariz örnekleridir.
Bu etkilenmeden yine de zararlı çıkan dindir. Burada yükselen algı kutsala yöneliktir. Bu kutsal ise sahih kutsal anlayışından beslenmez. Dinin değil kutsalın öncelenmesi yeni dini anlayışları ortaya çıkarır. Sekülerleşme bu anlamda dini yok edememiş ancak değişime sokmuştur. Etkileşimden çıkan değişimdir.
Bu durumun örneklerini daha eskilerde de bulabiliriz. IV. yy’da Hırıstiyanlığı kabul eden Roma, Hırıstiyanlaşmış ancak aynı oranda Hırıstiyanlık da Romalı’laşmıştır. Yine İslam’ın geniş bir alana yayıldığı dönemde Kadim gelenekler ile irtibat sonucu oluşan kültür bu etkileşimin olumsuz yönüdür.
Karşılıklı etkileşim tarihsel kırılma anları kadar günlük yaşama da sirayet eder. Ticaret bu konuda önemli bir etkendir. Örn; Ortaçağın son dönemlerinde Akdeniz havzasında Frenkçe ortak bir dildir. İtalyanca, İspanyolca, Fransızca, Yunanca ve Arapça kelimelerden oluşan bu dil; Katolik, Ortadoks ve Müslümanları ticaret adına ortak bir alana sevk etmiş ve bu etkileşim “katı dini tutumları” yumuşatmıştır.
Türkiye’de modernle etkileşimin sonuçları ise; yeni kıyafet trendleri, tesettür defileleri, yeni tatil anlayışları, televizyon ve diğer görsellere yönelik tutumlar olarak sayılabilir. Bu noktada bir dönem dinsel dogmalarla yasaklanan futbol, bugün kutlu doğum haftası etkinliği olarak turnuvaya dönüşmüş olması ilginç örneklerdendir.
Modern olanı “mevcut durum” olarak değerlendirip, modernleşmeyi “süreç” olarak ele alırsak, bu sürecin “dini yoketmeye dönük bir proje” olduğunu görmek ve buna karşı bir duruş sergilemek gerekiyor. Batı Avrupa kaynaklı bu teorilerin bu ülkelerde dayatılmadığını salt entellektüel kesimleri ve ilgililerini meşgul ettiğini görmek için bazı örnekler verelim.
İrlanda’da; “Devlet yetkilerinin kaynağı, Yaratanın gözetimindeki halktır.” Danimarka’da; “Kral hırıstiyan ve evangelik lüteryan olmalıdır.” İngiltere’de; “Kral ve kraliçe aynı zamanda kilisenin başıdır.” İsviçre’de; “Anayasa, kadiri mutlak Tanrı’nın yardımıyla” başlar.
Türkiye’de ise bu teoriler tepeden inme bir şekilde dayatılmış, halk modernleştirilmek adına dinden kopartılmak istenmiştir. Bugün gelinen noktada toplumda “dindarlaşma” artmakta ancak vahiyden kopuk, sahih ölçülerden beslenmeyen bu dindarlaşma ıslah temelli bir kurtuluşa kapı aralamaktan yoksun gözükmektedir. Biz müslümanların bugünün imkanları ile sorumlulukları daha da artmıştır. Fıkhını oluşturduğumuz, ilkelerimizden taviz vermediğimiz her türlü aracı kullanarak bu dindarlaşmayı ıslah çabalarımızla kazanımlara dönüştürmeliyiz.