Bu dünyada “Türk modernleşmesi” adıyla anabileceğimiz, tamamen “nev’i şahsına münhasır’ bir modernleşme biçimi varsa, bunun temel özelliğinin bir algılama yanlışına dayandığını söylemek mümkündür. Neye benzetsem? Diyelim ki, biri, bir resme bakarak heykel yapıyor. Ama yandan çekilmiş bir resme baktığı için, heykel tek bacaklı oluyor. Hegelci ikilemeden gidecek olursak, “politik toplum” (Devlet) bacağı var, ama “sivil toplum” bacağı yok. Ortaya böyle bir heykel çıkıyor.
Çünkü devlet, olaya, bakmaya bildiği tek açıdan, yani kendi açısından bakıyor. Buna göre, merkezîleştirme önemli, çok önemli, zaten daha önemli bir şey yok. Birilerini yönetecek kişiyi merkezden belirleyecek, o birileri arasında asayişi merkezden gönderilen “başka birileri” sağlayacak; buradan vergiler toplanacak ve merkeze gönderilecek; ayrıca, orada birileri uygun yaşa basınca merkezin emrinde askerlik yapacak, buna benzer daha bir yığın yeni durum, yeni yükümlülük...
Bunlar yanlış şeyler mi, olmaması gereken şeyler mi? Hayır, değil. Bunlar, belirli bir toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştirme aşamasına gelmişseniz, olmazsa olmaz şeyler. Elbette ki herhangi bir modernleşme gelişimi bunları da içine almak durumunda.
Sorun, modernleşmenin öbür bacağının olmamasında. Bunlar, evet, gerekli. Ama öyleyse demokratikleşme de gerekli. Vergi veren, askerlik yapan bu adamların bunlara karşılık bazı kazanımları olmalı –istediklerini seçmek ve seçtikleri kişilerin ancak kendi iradeleriyle işbaşından uzaklaşacağının garantisini beklemek gibi. Saygı görmek gibi. İyi bir eğitim almak gibi. “Bu bacağa” ilişkin listeyi de uzattıkça uzatabiliriz. Ama “modern toplum” dediğimiz şey böyle oluşur, böyle gerçekleşir.
Bu “bacak”ların” ikisi de aynı anda, aynı gürbüzlükle serpilmezse, “modernleşme” olmaz; cemaat yapıları olduğu gibi kalır. Merkezî devlet, yurttaş yaratamamış olur. “yurttaş” olmadığı için, siyaset, devletle (“merkez”le de diyebiliriz) cemaat önderleri arasında cereyan eder. “Cemaat” demek, siyasette, “oy deposu” demektir. Çünkü bu çeşit siyasette (bunun tek partilisinde olduğu gibi, ufak tefek rötuşlarla çok partilisinde de) cemaati oluşturan bireylerle (bunlara ne kadar “birey” denebilirse) fazla işiniz olmaz; işiniz, bunun “bekçisi”yledir. Onu tavladığınızda, depo dolusu oy gelir.
Özellikle Doğu illerimizde seçimlerde bunun örneklerini görürüz: falan ağa, filan şıh, seçime partisiz, “bağımsız” katılır ve ne kadar oy varsa alır götürür.
Ama yalnız “ağalık / şıhlık”la mı sınırlı bu durum? Örneğin şu günlerde CHP ile onların başlıca “oy deposu” olan ve nedense bundan bir rahatsızlık duyduğu izlenimi vermeyen Aleviler arasında bir anlaşmazlık çıktığını gözlemliyoruz. Acaba bu olay, Alevilerin kendi bireysel tercihleri üstüne düşünmeye başlamalarını hızlandıracak bir olay olabildi mi, yoksa yeniden cemaat olarak bir yeni temsilciye dönerek mi sorunlarını çözmeye çalışacaklar?
Sonuçta Türkiye, adı şöyle ya da böyle olsun, bir “cemaatler toplamı” olmaktan kolay kolay çıkamayacak. Çünkü devlet-toplum ilişkisi ve bunun içinde yer aldığı tuhaf “modernleşme” süreci, insanları devletin yaptıkları karşısında kendilerini savunmaya itiyor. Bu, II. Mahmud zamanında da böyle, Cumhuriyet’in kuruluşunda da. Kendilerini savunmanın “modern” toplum içinde olağanlaşmış kurum ya da mekanizmalarını devlet topluma vermiyor, sıkı sıkı saklıyor. O zaman toplum, bildiği, geleneksel kurum veya yapılara sarılarak kendini savunmaya çabalıyor: hemşehri yapısıyla, İslâm kültürüyle, Müslüman dayanışmasıyla vb.
Onun için de bu, “nev’i şahsına münhasır” bir modernleşme; daha doğrusu, modernleşemeyen bir modernleşme.
TARAF