Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Seküler cenaze törenlerine “Zengin Ölüsü” üzerinden tanıklık...
Her ünlü ölümünden sonra Yunus Emre’nin şu dizelerinde donup kalıyorum bir müddet: Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra duyalar/Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin.
Postmodern zamanlarda hiçbirimiz ölümden ibret almaya, kendi sonumuzu görmeye talip değiliz. Ama en çok da ünlü cenazelerinde ölüm kendinden başka her şeyin hatırlatıcısı oluyor. Kalabalığın içinde kameranın görebileceği bir yere yerleşmek isteyenler, tabuta sarılıp kameralara el sallayanlar, cenaze arabasında selfi çeken imamlar vs.
Geçen hafta Metin Uca’nın yakılmak istediğine dair vasiyetine rağmen cenaze namazının kılınması bazı dindarları, cenaze namazı kılınmasını protesto eden iki kişinin protestosu da bazı sekülerleri ÜZDÜ.
Hâl böyle olunca bazı okuyucularım Aslında O Ölmedi kitabıma atıfla bu konuda yazıp yazmayacağımı sordu, sosyal medya üzerinden. “Modernlerin arzu ettiği cenaze törenine kavuşmasını engelleyen nedir?” diye soranlar olduğu gibi, son zamanlarda bazı kesimlerde “yakılma modası”nın neden yaygınlaştığını soranlar da oldu. “Yakılma modası” tabirini kullanacak kadar yaygın bir yakılma talebinin olup olmadığından haberdar değilim.
Bütün değişimler dünden yarına olmuyor. Dindar halkın, “dini bütün olmayanların” cenaze törenlerine gönülsüzce katıldığına dair yakın çevremizde bile tanık olduğumuz hikâyeler vardır. Peki halkın modern cenaze törenlerine dair duygu ve düşünceleri nasıldı? Modern cenaze töreni deyince ne anlamamız gerekiyor?
Bu sorunun cevabını bulabileceğimiz en iyi metinler şüphesiz edebî metinlerdir. Mesela Suat Derviş’in “Zengin Ölüsü” adlı hikâyesi, geleneksel ile “asri”nin, cenaze üzerinden konumlanışını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor.
16 Şubat 1937’de Tan gazetesinde yayımlanmış olan hikâye, kocasının cenaze arabasının arkasından giden Şekûre’nin dilinden aktarılıyor: “Bana da zorla siyahlar giydirdiler ve başıma siyah tüllü bir şapka geçirdiler, cenaze arabasının arkasından giden otomofillerden birine oturttular. Sağımda karalar giymiş kaynanam, solumda kara tüllere bürünmüş büyük görümcem... Giden biz miyiz, bizim Rum terzi madam, kocasının cenazesinin peşine mi düşmüş farkında değilim.”
Modern bir aileye gelin gitmiş olan Şekûre “Karı kısmı zangoç gibi, mortacı gibi cenaze arabasının arkasından gider mi?” diye şaşırsa da kibar sınıfın adetine uymaya mecbur tutulmuştur. Fakat bu mecburiyetten, Avrupalıları taklit etmekten hoşnut değildir Şekûre. En çok da kibarlar acısını göstermez hükmünden rahatsız olmakta, civan gibi kocasının ardından doya doya ağlayamadığına dertlenmektedir.
Kibarların acısının kendi acısına benzemediğini, kocasının cenazesi dolayısıyla fark etmiştir Şekûre:
“Kardeşler, kibarların acısı da bizimkine benzemiyor ki. Envaı türlü külfetleri var. Evvela içlerinden biri Azrail’e ruh teslim etti mi ilk işleri gazetelere ilan yollamak. Sanki bütün dünya onların içinden kim öldü, kim kaldı merak ediyor. Hem kibarlar bunu bir daha unvan yapmak için bir fırsat zannediyorlar... Bilmem ne veziri, bilmem ne paşanın torunu, bilmem ne bankasının müdürü, bilmem ne beyin oğlu, bilmem ne sefiri, bilmem neyin yeğeni. Bilmem ne tüccarı bilmem ne nenin amcazadesi... Bilmem ne pavrikası sahibi bilmem nenin eniştesi diye soyda sopta ne kadar hatırı sayılır insan varsa hepsini arka arkaya diziyorlar. Ben iki senedir şu kibarların arasındayım, yirmi iki senede büyüdüğüm yerlerden öğrendiklerimi unutup onların âdetlerine alışamadım. Övünmesini, yalan söylemesini, atmasını, tutmasını bilmem. Müslüman dini aşikardır.” (Suat Derviş, “Zengin Ölümü”, Fukara Ölüsü kitabının içinde, s. 144)
Şekûre’nin kibar muhitte ne işinin olduğuna gelince... Annesi, Şekûre’nin babası tahan helvacı Memiş ile evlenmiş, fakat Memiş’i beğenmediği için ondan boşanmış. İki kere daha evlenmiş. Şekûre zor şartlar altında üvey baba tahakkümünde yetişmiş, tütün fabrikasında işçi olmuş bir genç kız. Bir gün kibar hanımlar otomobilleriyle gelir ve tüccar Mehmet Bey’in kızını aradıklarını söylerler. Ki bu kibar hanımlar Şekûre’nin halalarıdır, babasının çok zengin olduğunu ve tek mirasçının kendisi olduğunu öğrenir. Böylece tütün işçisi Şekûre halalarının kibar muhitinde hayatına devam eder, ismini beğenmezler Şekûre’yi Şukufe yaparlar. Şekure’nin kibar muhitten nasibi çıkar, evlenir. Esrar kullanan kocası bir gece aniden aldığı esrardan ölünce Şekûre kendisinin yanındakilerden ne kadar başka bir insan olduğunu idrak eder:
“Kocamın ölümünü duydum. Ben başıma çatkı çatıp dövünüyorum. Onlar yedi sülalelerini bildiren bir kâğıt yazıp gazetelere ilan vermeyi düşünüyorlar. Sonra inanınız bana eğer hilafım varsa yarın ahrette ayalime kavuşmayayım, telefonu açıp büyük Beyoğlu terzilerine yas esvabı diye siyah elbiseler, siyah tüllü şapkalar ısmarladılar. Kaynanam bir İngiltere mi Amerika mı ne kraliçesi varmış, onun kocasının cenazesinde giydiği yas elbiseleri varmış, onu istedi. Küçük görümcem Kırk Sevda filminde Marlene Dietrich’in giydiği matem kıyafetini, büyük görümcem bilmem ne kitabında gördüğü modeli istiyordu. Bana da kocası öldürülmüş Avrupa kraliçesinin esvaplarını ısmarladılar.
Alnımdan çatkıyı çıkardılar. Bana elbise giydirdiler. Kibarlar acılarını göstermezlermiş, başın sağ olsuna gelenleri ciddi çehre ile karşılamak lazımmış dediler. Bu da yetmiyormuş gibi kocama güveylik elbiselerini giydirdiler. Yatağı çiçekle süsleyip tiyatro oynatır gibi biçareyi bu çiçeklerin arasına yatırdılar. Etrafına da gümüş şamdanlar dizdiler.
“Aman bu ne bu? Böyle Papaz ölüsü gibi” diyecek oldum “Buna şapel ardant der Frenkler. Sinemalarda görmüyor musun? Âdettir” dediler. Eş dost başın sağ olsuna gelenleri birer kere odaya sokup ne kadar alafranga olduklarını herkese gösterdiler.
Bu da kâfi gelmedi, kocamın civan ölüsü içeride yatarken bir beyaz saçlı piyanocu getirdiler, salonda sabahtan akşama kadar ahenk yaptırdılar. Artık dayanamadım. Kaynanamın yakasına yapıştım, “Hanım anne ahengin şimdi sırası mı? Susturun piyanoyu!” diye ağlamaya başladım. Küçük görümcem bu ahenk değil, cenaze marşı, bilmediğiniz işlere karışmasanız Şuşu” dedi.
Ölüyü alay eder gibi lavantalı sularla yıkattılar. Beyaz krep birman alıp kocamı kahpeler gibi ipeklilere sardılar.” (s.150)
Şekûre düğün alayı yapar gibi cenaze alayı yapılıyor olmasından, kibarların kalpsiz adetlerinden mustariptir. Yüzünü hiç görmediği babası tahan helvacı Memiş’e sitem eder: “Şeytan mı dürttü de bu kadar para kazandın?”
Suat Derviş’in 1937 yılında yayımladığı bu öykü ile “kapitalizmin ölümü olumsuzlaması”nı çok çarpıcı bir şekilde tasvir etmiş olması, hayranlık uyandırıyor. (Kapitalizmin ölümü olumsuzlaması için bkz. B. Chul-Han, Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü. s. 20.)
Erken Cumhuriyet Dönemi kibarlarının hayat-memat dengesini, şaşmış “kıblesi”ni ortaya koyan “Zengin Ölüsü” adlı hikâye, 2000’li yıllarda “fark yaratan” müzikli cenaze törenlerinin habercisi olma özelliği taşıyor.
Velhasıl güne dair acele hüküm vermeden önce dünün edebi metinlerine bakmak şart.