Modern icatlar: Milletler ve Milliyetçilik

Özgür-Der Üniversite Gençliği tarafından forumu gerçekleştirilen Eric J. Hobsbawm’a ait, ‘Milletler ve Milliyetçilik kitabının değerlendirmesini Ahmet Kerim Artuk, Haksöz Haber için yazdı.

Ahmet Kerim Artuk / HAKSÖZ HABER

Modern icatlar: Milletler ve Milliyetçilik

Milliyetçilik sözcüğünün basılmış metinlerdeki ilk kullanımı Fransız papaz Augustin Barruel tarafından 1789’da gerçekleştirilmiştir.[1] Esasen milliyetçiliğin modern bir kavram ve ideoloji olarak sınıflandırılması hususunda bir ayrılık yoktur. Peki aynı durum ‘millet’ kavramı için de geçerli midir? Millet, tarih öncesine dayanan bir oluşumu mu ifade eder yoksa o da ‘milliyetçilik’ gibi modern dönemde icat edilmiş bir kavram mıdır?

Milletleri de tıpkı milliyetçilik gibi toplumsal mühendislik ürünü olarak gören tarihçi-yazar Eric J. Hobsbawm, ‘Milletler ve Milliyetçilik’[2] adlı eserinde bu bağlamdaki görüşlerini ortaya koyar. Hobsbawm kitabında, Fransız Devriminden 20.yüzyılın sonuna kadar olan süreçte bir milleti millet yapan kriterlerin dönüşümüne, millet-devlet ilişkisine, etnik köken ve dilin millet olmakla ilişkisine, milliyetçiliğin oluştuğu, yükseldiği ve etkisini yitirdiği dönemlerin özelliklerine ilişkin, çoğunluğu Avrupa merkezli olan gelişmeler ışığında değerlendirmeler yapar.

Millet kelimesinin ne denli etkili ve güçlü olduğunu anlatmak için Hobsbawm, kitabın hemen başında, dünyadaki tüm fikir, kavram ve hareketlerden izole olmuş bir ‘uzaylı’ tarihçinin dünyaya gelip insanlığın son iki yüzyılını incelediği takdirde karşılaşacağı en önemli anahtar kavramın ‘millet’ olacağını söyler. Öyle ki, bu dünya dışı tarihçi, ‘millet’ ve ondan türeyen kavramların ne olduğunu anlamadan insanlık tarihinin son iki yüzyılını kavrayamayacaktır.

‘Millet nedir’ sorusuna cevap verirken nesnel yahut öznel anlamda yeteri kadar tatmin edici kriterlerin söz konusu olmadığını düşünen yazar, milliyetçilik ve millet yaklaşımlarına ilişkin kendi pozisyonunu şu cümlelerle izah eder:

Ben ‘milliyetçilik’ terimini, Gellner’in tanımladığı gibi, yani ‘esasen politik birim ile milli birimin uyumlu olmasını savunan ilke’ anlamında kullanıyorum. (…) Çoğu ciddi araştırmacı gibi ben de milleti ne asli ne de değişmez bir toplumsal birim olarak görüyorum. Millet yalnızca özgül ve tarihsel bakımdan yakın döneme aittir. ‘Millet’ ancak belli bir modern teritoryal devletle, ulus devletle ilişkilendirildiği kadarıyla toplumsal bir birimdir. (…) Analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir. Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir.[3]

Millet sözcüğünün lugavi tarihi, kavramın gençliğine işaret eden Hobsbawm’ı doğrular niteliktedir. Sözgelimi, İspanya Kraliyet Akademisi sözlüğünde 1884’ten önce modern anlamıyla millet sözcüğüne – ki aynı durum devlet, dil için de geçerlidir- rastlanılmaz. Mezkur tarihten önce ‘nacion’ sözcüğü ‘bir eyalette, bir ülkede oturanların toplamı’ iken 1884 sonrası baskılarda ise ‘her şeyden üstün bir ortak yönetim merkezini tanıyan bir devlet ya da politik birim’ bunun yanında ‘bir bütün sayılan bu devletin oluşturduğu topraklar ve bu topraklarda yaşayan insanlar.’ şeklinde tanımlanmaya başlar.[4]

Milletlerden ancak teritoryal/toprağa bağlı devletler ortaya çıktıktan sonra söz edilebileceğini söyleyen Hobsbawm, devlet ve milleti birbirinden bağımsız bir şekilde ele almanın anlamsız olduğunu vurgular.

Modern dönemde devlet, halk üzerinde doğrudan egemenlik kuran, fertlerin hayatlarının tümüne müdahale ve nüfuz eden bir hal almıştı. Bu müdahalenin etkili bir şekilde gerçekleştirilmesinin aracı olarak ‘milli dil’in oynadığı rol yadsınamaz önemdedir.

Zihin ve düşünce yapısı kullandığı kelime ve kavramların içerikleriyle oluşan insanları ‘standartlaştırmanın’ en kısa yolu, onların dillerini biçimlendirmektir. Milli diller de bu bağlamda kurgulanmış ve büyük ölçüde – İbranice örneğinde olduğu gibi- icat edilmiştir. Milli dillerin oluşumunda kültür ya da iletişim gibi kaygılardan ziyade politik ve ideolojik etkenlerin rol oynadığını Fransa ve İtalya örneği açıkça ortaya koymaktadır. Sözgelimi, Fransa’da 1789’ da halkın yüzde 50’si Fransızcayı hiç konuşamıyordu. İtalya’da ise 1860’ta halkın sadece yüzde 2.5’i İtalyancayı gündelik konuşma dili olarak kullanıyordu. Bu dilleri konuşabilen azınlık toplumun elit kesimiydi ve bu kesimin belirli bir teritoryal devlet alanıyla çakıştırılmasıyla, elit kesimin modelliğinde bir millet oluşturulabilirdi.

Dillerin devletlerle çoğaldığı bu zamanlarda, gerek standart dili yaygınlaştırmakta gerekse de halkı ‘millet’ çatısı altında sadık yurttaşlar haline getirmede ilköğretimlerin aktif rol oynadığı söylenebilir.

Klasik aidiyet formlarının geride bırakıldığı modern devletle birlikte toplumu kendi içinde bir arada tutacak, devletle ilişkide ise sadakat ve meşruiyet zemini sağlayacak yeni geleneklere ihtiyaç vardı. Yazar bu noktada icat edilmiş geleneklerin en somut ve yaygın örneğinin ‘milli bilinç’ olduğu fikrindedir. Hobsbawm’a göre 1870-1914 arası dönem en çok geleneğin icat edildiği, pek çok milletin yaratıldığı dönemdir.

Yine bu dönemde milliyetçiliğin biçim değiştirdiğini de belirten Hobsbawm, bunu millet olma kriterlerindeki Mazzinici liberal kabullerin terk edilmesine dayandırır. Öyle ki artık ‘eşik ilkesi’ terk edilerek kendini milllet sayan her topluluğun bağımsız devlet kurma hakkı olduğu kabul ediliyor, milletlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip oldukları söyleniyordu. Bu durum, etnik köken ve dili millet olmanın başat kriteri haline getirmişti. Önceden ‘eşik’i aşacak büyüklükteki toplulukların millet olmak için mevcut devletle tarihsel bir bağa, fetih yeteneğine ve yerleşik bir kültürel elit kesime ihtiyacı varken, bu gerekliliklerin ortadan kalkmasıyla beraber artık millet olmak için yegane kriter etnik köken ve dil haline gelmişti. Bu durum sonucunda ‘milli mesele’nin Avrupa’nın iç politikasında ciddi bir soruna yol açması, önceden hiç bilinmeyen bölgelerdeki halklar arasında etnik/dilsel temelde mlliyetçi hareketlerin çoğalması da yazarın değindiği hususlardandır.

Fransız Devrimi’nden 1918’e kadar olan ilk dönem yazara göre milliyetçiliğin doğduğu ve şekillendiği dönemdir. Yazarın ‘milliyetçiliğin zirvesi’ olarak nitelendirdiği 1918-1950 arası dönemin ‘zirve’ olmasının nedeni ise faşist ve militan milliyetçiliklerin gelişmesi değil, bilakis ‘anti-faşist’ sol hareketlerin milli kurtuluş söylemini kullanmasıdır. Faşizm ve sömürgecilikle özdeşleştirilen aşırı sağ söylem Hobsbawm’a göre bu dönemde gözden düşmüştür.

20. Yüzyılın sonuna gelindiğinde, milliyetçi hareketlerin genellikle bölücü ve parçalayıcı nitelikte olmasını, onların modern siyasi örgütlenme biçimlerini reddeden, modernleşmeden korkup onu uzak tutmaya çalışan insanların verdiği tepki olarak değerlendiren Hobsbawm, artık milliyetçiliğin tarihsel açıdan eskisi kadar önemli olmadığı fikrindedir. Milliyetçiliğin artık 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başındaki kadar global bir politik program olmadığını, olsa olsa başka gelişmeleri karmaşıklaştıran bir faktör olarak etkisini sürdürdüğünü savunur.

Milletlerin köklerini devlet olma durumundan ve milliyetçilikten çok öncesinde ortak geçmiş, kültür, akrabalık gibi unsurlara dayandıran primordialist/ilkçi yaklaşımların tersine Eric J. Hobsbawm ‘Milletler ve Milliyetçilik’ kitabında, bir yandan ilkçi yaklaşımın izafi ve tatmin edicilikten yoksun kimliğine değinirken, öte yandan ‘sosyal inşacı’ zaviyeden, milletlerin organik olarak değil bir icat neticesinde modern zamanlarda ortaya çıktığını savunan yaklaşım içerisinden fikirlerini belirtir.

Modern dönemde dinin ve dini aidiyetlerin ikamesi payesi biçilen ‘millet’ tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bu doğrultuda, yeni kurulan devletle birlikte icat edilmiştir. Kurucusu olarak zikredilen zatın ‘ümmetten bir ulus yarattık’ diyerek iftihar ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bizler, yüz sene kadar evvel, eski karşılığından tamamen bağımsız; dini, dili, kültürü, tarihi, sosyal ve siyasal pratikleri tümüyle ‘icat edilmiş’, diğer etnik aidiyetleri reddeden bir ‘Türk’ tanımı ile karşılaştık. Ulus devlet anlayışına tümüyle sinmiş ve esasen ondan neşet etmiş bu ‘millet’, ideal vatandaş turnusolü gibi -laik, çağdaş, ulusçu vs.- yıllarca insanlarımızın her an soğuk nefesini ensesinde hissettiği bir ‘kimlik’ dayatmasına dönüşmüştü. Bu dayatmanın günümüzde büyük ölçüde aşıldığı söylenebilirse de, ulus devletin milliyetçilik temelli karakteri her an kendisini yedekte tutmaya ve hatırlatmaya devam etmektedir.

Kendini ve ötekini etnik, dilsel, kültürel vs. unsurlarıyla değil sadece iman ve salih amel kriterine göre ayırt eden Müslümanlar olarak, İbrahim aleyhisselamın milletine mensup olmanın bahtiyarlığına sahibiz. Ne mutlu Müslümanım diyene!

[1] Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, BB101 Yayınları, 2019, sf. 201

[2]  E. J. Hobsbawm, Milletler ve Milliyetçilik, Ayrıntı Yayınları,2017.

[3] A.g.e. sf. 24-25

[4] A.g.e. sf. 31

Kitap Haberleri

Norman Finkelstein’ın kaleminden Gazze direnişi
Ellinci yılında Filistin Şiiri antolojisi
Ümmetin gündemine katkı: Zeydîlikten Husîliğe Yemen
Filistin için kelimelerden bir anıt: Diken ve Karanfil
Orhan Alimoğlu’nun Gazze anıları