Mustafa Kutlu / Yeni Şafak
Şehirleri boşaltın!
Nasıl?
Bekâra karı boşamak kolay.
Sloganı atıyorsun ama şu işin nasıl yapılacağını da söyle bakalım.
Sabır kardeşim, sabret biraz.
Türkiye’de nüfus, ülke topraklarının %3’üne sıkışmıştır. (Gerçi dünyada da böyle ya!..)
Bu sebeple tıkış tıkış, nefes alınamaz bir yapılaşma vücut buldu. İstanbul 20 milyona ulaştı.
Daracık sokaklar.
İnsanın üstüne üstüne gelen devasa apartmanlar. Yetmedi gökdelenler.
Camdan binalar.
Camdan bina nedir?
Bir illüzyon. Yani “Yok bina”. Burdan bak, arkasını gör. Böyle bir imaj.
Türkiye’de bütün şehirlerin havası kirli. İstanbul’da Çamlıca tepesine çıkın, yaz-kış şehre şöyle bir bakın. Bir gri bulut her yanı örtmüştür, bazı semtler görünmez olmuştur.
Sanayi şehri bu mudur? Evet budur. Lakin bizimki sanayi değil ortaya karışık, sorunları kangren olmuş bir yapı, neredeyse çapraz bilmece.
Fazla uzatmayalım.
Metropol’de yaşayanlar stres altındadır. Bu şehirden kaçmak isterler ama, şu veya bu sebepten güç yetiremezler. Modern hayat tarzı (Bu konu çok geniş) ahtapotun kolları gibi insanı kuşatmıştır.
Peki, nasıl oldu da, insanoğlu böylesi bir kapalı cezaevine kendini bile-isteye tıkıverdi?
BM’nin üç bin sayfalık raporuna (2021) göre buna sebep “170 Yıllık İnsan Hatası”dır.
“170 Yıllık İnsan Hatası” nedir?
Sanayi Devrimi efendim, sanayileşme.
Şu “put haline getirilen” ilerleme-gelişme-büyüme-zenginleşme-refah ve konfor hayalinin motoru.
Bu hayal gerçek oldu, insanların hayatı kolaylaştı, bir konfora kavuştular.
Kavuştu lakin bu konfor pahalıya patladı. Şöyle ki dünyanın çivisi çıktı. Bildiğiniz şeyler. Ozon tabakası delindi, yeryüzü ısındı, kuraklık, seller, yangınlar, kasırgalar aldı yürüdü. Çevre meselesi ön plana çıktı. Konferanslar toplandı. Her seferinde sera gazlarının azaltılması istendi. Ancak en çok sanayileşen, atmosferi en fazla kirleten ülkeler buna razı olmadı vs. vs.
Kapitalizm kölelerin kanından devşirdiği tatlı hayat iksiri ile insanlığı sarhoş etmişti. İnsanlar kazanımlarını (konforu) terketmek istemiyorlardı. Onları avutacak bir yol bulundu: Sürdürülebilir kalkınma.
Bizdeki macera ise şöyle oldu: İlk emir: “Altına hücum!”
Yani metropole doğru bir bitmeyen koşu. İlk giden kazanıyor.
Büyük şehirleri oluşturan karmakarışık yapılaşma sanayileşme sonucu değil, rant ekonomisi ile vücut buldu. Kapanın elinde kalan servet. İstanbul: Taşı toprağı altın.
Aradan yarım asır geçti ve birden yer sarsılmaya başladı. Marmara depremi ardından “asrın felaketi”. Deprem çürük-çarık yapıları dümdüz ediyor. Yaklaşan büyük İstanbul depremi metropol ahalisinin uykularını kaçırdı ve yetkililer tedbir almak için kolları sıvadı.
Çare: Kentsel dönüşüm.
İyi, güzel. Çürük binaları yıkalım, sağlamını yapalım. Tamam. Ama arkadaş binaları bırak bazı semtlerin tamamı çürük. Ve bu semtlerde milyonla nüfus yaşıyor. Bu semtlerin dönüşümü kaç yıl sürer? Bu sebeple esas olarak zihinlerde bir dönüşüm gerekiyor.
Nedir o?
Sanayiden uzaklaşıp tarıma, toprağa yönelmek. Kapalı cezaevlerine dönmüş bu şehirlerin kapılarını açın. İnsanları özgürlüğe kavuşturun. Uçsuz bucaksız ovalar bizi bekliyor.
Şehirleri boşaltın.
Fotoğrafta gördüğünüz ev âfet bölgelerinde (köylerde) bulunan vatandaşlar için (evleri yanan veya yıkılan) yapılmış.
Üç artı bir oda sayısı var. Yeşillikler içinde bu evlerin yöresel mimariye uygun beş farklı tipi bulunuyor. Tek veya iki katlı. Etrafında diğer evler, ahırlar, köy konağı ve camisi var. Bu evler 45 günde yapıldı.
Ev değil villa.
İnsan hevesleniyor.
Bu anlayış ile Anadolu’nun müsait yerlerine şehirlerin kurulduğunu düşünün. Dönüşüme uğrayacak semtlerin sakinlerine böyle bir teklif götürün. Diyelim teklif kabul edildi. Bu insanlar ne yiyecek, ne içecek, nerede çalışacak?
Yahu arkadaş ben bir hikâyeciyim, bana o kadar yüklenmeyin.
İstanbul’un yüzde yetmişi halen köylüdür. Merak etmeyin bu hayatı isterler, yeter ki geçim derdi olmasın.
Yöneticiler böyle bir girişimi kabul ettiklerinde bu işi üstlenecek kadrolar hazır.
Şehir plancıları, tasarımcılar, müteahhitler, mühendisler, iktisatçılar, iş insanları vb.
Tarımı önceleyen, lakin tekstil vb. gibi çevreyi kirletmeyen; suyu, havayı, toprağı zehirlemeyen sanayilerin de vücut bulduğu bu yeni hayat tarzının felsefesini, fizibilitesini yaparlar. Evet yeni hayat, sade hayat.
Deprem bize bu fırsatı verdi.
En azından böyle şeyler düşünmeye başladık.
Olur mu? Olur!..