Modern Dünyanın Gayr-i Meşru Çocuğu İsrail!..

SİNAN ÖN

Tarih boyunca öldürme hastalığı hiç bu kadar kurumsallaşmamıştır! ‘Aydın dünya’nın tasnifi ile ‘modern öncesi’ olarak değerlendirilen zamanlarda bile ‘barbar insanlar’  böyle fütursuzca katliamlar yapmamıştı.

İsrail, bir mafya çetesi edasıyla müslümanları katletmeye devam ediyor. Karşısında silahlı bir ordu ya da mukavemet edecek bir güç yok, tamamen sivil insanlara karşı adeta ‘güç’süzlük, ‘aciz’lik gösterisi yapıyor. Ve bu gösteri ‘modern dünya’nın gözleri önünde onun referansı ile sergileniyor. Şöyle ki;

Machiavelli, başarılı bir devlet yönetimi için şiddetin gerekli bir araç olduğunu iddia ederken,  Weber için, modern devletin temeli şiddet kullanmanın ‘meşru tekeli’dir. Marx, kapitalist toplumun özgür iradeye değil, zora ve çıplak şiddete dayanan yönüne dikkat çeker. Kimine göre; ‘şiddet, siyasetin başka araçlarla sürdürülmesi’ olurken, Foucault, olguyu tersine çevirerek; ‘siyaset, şiddetin başka araçlarla sürdürülmesidir’ der ve siyaset ile şiddet arasındaki derin bağa dikkat çeker. Şiddet siyasetinin tek aktörü ise devlettir. Modern devletin doğasını anlatan bu söylemlerin, bugün pratiğe yansıyan oldukça fazla örneği var.  

Öldürme fiili bireyler arasında vuku bulduğunda mevcut hukukta tanımlanan büyük suçlardan biridir ki, bu suçu işleyen kişiler yasalarca uygun görülen cezayı alır. Oysa bu fiil cezaları uygulayanların kendisi tarafından yapılınca kimse bu durumu suç olarak görmez!

Modern devletin ortaya çıkması ile birlikte tekelleşip, meşrulaşan ve şiddetin tek kaynağı olan devlet, şiddetin tüm aygıtlarını elinde toplamak ister. Bu kontrol etme isteği; ‘yalnızca ben öldürebilirimin’ tercümesi oldu modern dünyada! 

Devlet merkezîleşerek, şiddet araçlarını tekelleştirdi. Bunun ilk sonucu, şiddetin tamamen ‘kamusal bir hizmet’ olarak kurumsallaşması oldu!

Modern devletin oluşumu ile modern savaş ve şiddet teknikleri devasa boyutlara ulaştı. Hiçbir modern öncesi siyasi birim, savaşın gerçekleştirilmesinde modern devletin eriştiği düzeye ulaşamamıştır.

Bu dönemin şiddeti üç temel unsura dayanır:  kitlesel imha (en fazla zararı verme), kitlesel mobilizasyon (en fazla nüfusu cephe önünde ve arkasında hareket geçirebilme) ve kitlesel üretim (en fazla oranda askeri teçhizat üretebilme).

1930’lardan itibaren savaşlardaki sivil ölümlerin sayısı askerlerin sayısını geçer. İlk Dünya Savaşı’nda yaşanan ölümlerin sadece %5’i sivilken, İkinci Dünya Savaşı’ndaki ölümlerin %66’sı sivil ölümleri olur! Bugüne kadar tüm savaşlar yüzünden ölenlerin % 90 siviller. Bu insanları öldüren katiller kimler? Eğer sokağa çıkıp, elinize bir silah alıp tanımadığınız birini öldürürseniz katil olarak değerlendirilirsiniz. Bu yaptığınız büyük bir suçtur. Oysa birileri için öldürmek gerekli ve neredeyse sıradan bir faaliyet olarak görülüyor!

Devletlerin ana aktör olarak yer aldığı kitlesel kıyımlar ve savaşlar aynı zamanda şiddeti meşrulaştıran normların da üretilme tarihidir.

19. yüzyıldan sonra uluslararası normlar düzenlenmeye başlar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce uluslararası hukukta kuvvet kullanarak, başka bir ülkenin topraklarını işgal etmek hukuka aykırı bir durum değilken, Birleşmiş Milletlerin (BM) kurulmasından sonra bu fiil uluslararası sistemden dışlanır.

BM Şartı, devlet şiddetinin kendi sınırları dışında meşru bir biçimde kullanabileceği iki durum tespit eder. Bunlardan ilki, 51. maddede düzenlenen ve ancak saldırı durumunda  meşru müdafaa hakkı. İkincisi, Güvenlik Konseyi’nin izniyle barış sağlama amacıyla güç kullanmını düzenleyen 42. Maddedir.

Bununla birlikte Cenevre Sözleşmesi ile tarafların uyması gereken kurallar da düzenlenir. Buna göre;  savaş sırasında kasti öldürme, işkence ve insanlık dışı muamele, savaş esirlerini düşman güce hizmet etmeye zorlama, rehin alma, hukuk dışı sürgün, askeri gereklilik dışı haksız mülkiyet gaspı gibi fiiller bu sözleşmede savaş suçu sayılmaktadır.

Uluslararası hukukta yer alan ilkelerden bir diğeri  ‘insanlığa karşı suçlar’ kavramıdır. 1945 Nürnberg Şartı ile savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar kesin bir biçimde birbirinden ayrılır. Savaş suçları, savaş sırasında savaş hukukunun ihlal edilmesini içerirken, insanlığa karşı suçlar, bir savaş durumundan bağımsız işlenen ve insanlığı hedef alıp yaygın, sistematik ve kasıtlı bir biçimde gerçekleşen suçlardır.

Uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenen nihai suç, soykırımdır. Soykırım ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu, kısmen ya da tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen suçlara karşılık gelir. Soykırım modern devletin yönetim tekniklerinden biridir. Devlet şiddetinin merkezileşmesi ve tekelleşmesi ile ortaya çıkabilecek nihai sonuç devlet şiddetidir!  

Zygmunt Bauman;  modern devletin sahip olduğu teknik kapasite ile soykırım arasında açık bir ilişki kurar. Böyle bir suçun organizasyon, gözetleme, bürokrasi gibi aşırı uzmanlaşmış teknik ve modern bir alt yapıya sahip olmadan işlenmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, soykırım tam anlamıyla modern dönemin tekelleşmiş devlet şiddetinin doğrudan bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur: Belirli bir gruba mensup olanların öldürülmesi,  bu grubun mensuplarına ciddi surette bedensel ya da zihinsel zarar verilmesi, bu grubun bütünüyle ya da kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek,  bu grup içinde doğumları engellemek amacıyla önlemler almak, bu gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek vs..

Modern dünya kitlesel ölümlerin, uluslararası hukuksuzlukların önüne geçmek için oldukça çaba sarf etmiş gözüküyor! Oysa bir devletin hukuksuz işgali ve o devlet içindeki insanların soykırıma uğratılması bazı durumlarda görmezden gelinebiliyor! İsrail işgal ettiği Filistin halkına karşı soykırım yaparak ‘insanlığa karşı suç’ işlemeye devam etmiyor demek ki!

Küresel müstekbirlerin pervasızca insanları katleden bu zihniyete karşı gösterdikleri sessizlik durumu birkaç sebebe dayanıyor.

İlki ölenlerin müslüman olması, İslam’ı hayatlarında rehber edinmeleridir. Modern yaşam tarzlarına alternatif oluşturan bu insanların katledilmesi istenilen bir durum. Dünden bugüne; Bosna’dan, Afganistan’a, Irak’tan, Halep’e, İdlip’ten Gazze’ye bu böyle. Kaldı ki İslam’i kimlikli ‘terörist’ olmak öldürebilmenin meşru yolu!

Bir diğer sebep; Yahudi diasporası denilen, ekonomi ve siyasette örgütlü toplulukların, yaşadıkları ülkelerdeki siyasal iktidarı etkileyebilme güçleridir. Kapitalizmin en sevdiği şeydir, sermaye sahipleri ki; modern devletleri ya sermaye sahipleri ya da  kontrolünde olanlar yönetir!

Üçüncü sebep olarak ise; Nazi Almanya’sı döneminde Yahudilerin sistemli bir şekilde maruz  kaldığı soykırımdır. Holokost adı verilen bu hadisede,  yaklaşık sayıları 9 milyonu bulan Avrupalı Yahudi’nin 6 milyonu öldürülür. Aydınlamanın beşiği Avrupa’nın göbeğinde yapılan bu büyük kötülüğe göz yumulması ve bilfiil içinde yer alınması, İsrail’in dünden bugüne batı nezdinde imtiyazlı konumunu açıklayan sebeplerdendir. Modern Batı bir türlü diyetini ödemediği cürümlerinin faturasını müslümanlara kesiyor yıllardır.

Oysa kötülüğün kaynağı modernizmin ürettiği benmerkezcil, teki tip dünya düzeni arzusu. ‘İnsanlık tanrısına’ iman edenlerin gayr-i meşru çocuğu İsrail bu düzenin ürünü! Bu sebeple uluslararası hukukta suç olan katliamlarından muaf tutuluyor!

Kendisi dışında kalan dünyanın ‘geri kalmışlığını’ itaat ettirmek için gerekçe olarak görenler, imkansızlıkları ile mücadele eden onurlu insanların taşları ile mağlup olacaklar. Öyle olmasa bile bizim ölülerimiz cennete onların ki ise cehennem çukurunun en altına gidecek! Rabbimiz inananlarla beraberdir ve O en güzel vekildir..