Modern dogmalar, mutlakiyetçi gruplar

Ali Bulaç

Uzun zamandır "müzakereci siyaset" diye kavramsallaştırmaya çalıştığım şeyin hem muhtevasını hem sınırlarını belirlemeye çalışırken, amacım Batı'nın bıraktığı yerden yeni bir demokrasi imkânını araştırmaktır.

Özetle iddiam şudur: Tarih içinde, ama özellikle 19. yüzyıldan başlayarak 21. yüzyıla kadar Batı'nın geliştirdiği demokrasinin referans çerçevesini kadim medeniyetlerde bulmak mümkün. Batı haklı olarak ve anlaşılabilir sebeplerle özellikle Atina Site tecrübesini öne çıkardı. Ancak şunu hepimiz kabul ediyoruz ki, sadece özgür erkeklerin katıldığı Atina demokrasisi ile sınıfsal temellere dayalı Batılı demokrasiler arasında uçurumlar kadar fark var.

Geldiğimiz noktada Batılı demokrasiler de her sorunu çözmeye yetmiyor; siyasal çoğulculuk yanında sosyo-kültürel çoğulculuğu sağlayamıyor ve kendilerini lobilerin, devasa şirket ve çıkar gruplarının derin etkisinden kurtaramıyorlar. Medyanın araya karışması ve pop kültürün yaygınlaşması sonucunda da demagoglar, muhteris ve kifayetsiz siyasetçiler tarafından da yozlaştırılıyorlar. Bu aşamadan sonra demokrasinin yeni entelektüel-felsefi kaynaklardan beslenip işleyen süreç içinde kendini yenilemesi, zenginleştirmesi lazım. Benim iddiam, bunun İslam'ın irfan kaynaklarından hareket edilerek sağlanabileceği hususudur. Buna da "müzakereci siyaset" ve eğer kristalize edebilirsek "müzakereci demokrasi" denebileceğini düşünüyorum.

Müzakereci siyasetin yeni bir demokratik perspektife imkân vermesini engelleyen önemli engellerden biri "laik dogmalar"ın kendilerini yasal güvenceler altına alıp, bunları savunan veya varlıklarına kimlik olmalarını sağlayan toplumsal grupların bu sayede kendilerini "dokunulmazlık zırhı" arkasına saklamalarıdır. Son "eşcinsellik tartışması" bunun somut örneklerinden biri oldu.

Demokrasilerde en yüksek değerin düşünce ve ifade özgürlüğü olduğunu biliyoruz. Bu özgürlükten anlaşılan, yeni düşüncelerin özgürce dile getirilebilmesi; kamu otoritesinin karar ve icraatlarının eleştirilebilmesi; karar alma süreçleri üzerinde etkili olunabilmesi ve her toplumsal grubun diğeriyle olan farklılığını belirleme, farklılığını koruma hakkını savunabilmesidir. Bu, özgürlüğün kâmil anlamda kullanımını gerektirir.

Ancak giderek birtakım gruplar kendilerini kanuni korumalar altına alıp, her türlü eleştiriden muaf tutmaya başlıyorlar ve bunların sayıları giderek artıyor. Bugün "Yahudi soykırımı" aleyhinde konuşmak suçtur. Son yıllarda bazı Avrupa ülkeleri, "Ermenilere soykırım uygulanmadığını iddia etmeyi" suç kategorisine soktu. Tabii ki Türkiye de "soykırım iddiası"nı suç saymaktadır. Avrupa aynı şekilde eşcinsellerin tercihlerinin ve yaşama biçimlerinin eleştirisini suç sayıyor. Eşcinseller Avrupa'da birçok ülkede bu dokunulmazlığı ele geçirmiş bulunuyorlar. Dahası, AB cinsiyetçi olduğu gerekçesiyle 'miss' ve 'mrs' hitaplarının yasaklanmasına karar verdi. Buna göre çeşitli dillerde olan "madame, mademoiselle", "frao, fraulein", "senora, senorita" gibi kelimeler kullanılmayacak. İskoç milletvekili Struan Stevenson haklı olarak yakınıyor: "AB kurumlarının gaydayı yasakladığını, muzların şeklini belirlediğini gördük, şimdi de kendi dilimizde hangi kelimeyi kullanacağımızı söylüyorlar."

Batılı demokrasiler farkında olmaksızın entelektüel bir kısırlığa düşüyorlar. Her grup kendini eleştiriden muaf tuttukça, düşünme alanı biraz daha sınırlanmaktadır. Umberto Eco, bunun bir tehdit olduğunu düşünüyor: "Batı bakış açısından mutlak hakikat değeri olmadığından, her şey daima müzakere edilir. Ve ne kadar edilirse o kadar iyidir." Eco öyle diyor, ama kendilerini yasal koruma altına alan gruplar Batılı demokrasileri zihinsel açılımlara kapatıyorlar, bunu da kendi ideolojilerini, düşüncelerini dogmalaştırarak yapıyorlar. Laik dogmalar demokrasileri öldürüyor, gücü ve avantajı ele geçiren gruplar Ortaçağ'daki gibi kendilerini mutlakiyetleştiriyorlar.

ZAMAN