Modern çağda helal kazanç mümkün mü?

Saffet Köse, İslam'da kazancın ve ekonomik ilişkilerin ahlaki dayanaklarını inceliyor.

Prof. Dr. Saffet Köse / Fikir Turu

Modern çağda helal kazanç mümkün mü?

18. yüzyılda ortaya çıkan Aydınlanma dönemine kadar dinler bütün boyutlarıyla hayatı kuşatacak şekilde varlığını sürdürdü. Maddeyi, manevi kimliğini öne çıkararak düzenleyen dine karşı kiliseye tepki olarak Batı’da doğan Aydınlanma zihniyeti, dini mabede hapsetti. Yeni insan kendi alanını genişleterek hatta zaman zaman Tanrı’ya meydan okuyucu tarzda seküler bir zihniyet inşa etti. Gelişen teknolojik imkânlarla dünyevileşme yalnızca Hristiyanlığı değil, diğer bütün din mensuplarını da etkisi altına aldı, madde mananın önüne geçti.

Bu noktada birçok insan zaaflarıyla baş başa kaldı. Onları kontrol edebilecek din ve onun ürettiği kültürel formlar, ahlaki öz, geleneksel toplumsal değerler devre dışı kaldı. İnancı, realiteleri, duyguları, sezgileri ile bir bütün olan insanı kontrol etme görevi sadece seküler hukuka bırakıldı. Oysa nefsin kalbe / vicdana galip geldiği ortamlarda hukuk çoğu zaman hakkaniyet ölçülerini diri tutmakta tek başına yeterli bir mekanizma değil. Çünkü hukuk bir taraftan insanı kontrol etmek isterken diğer taraftan kendisini devre dışı bırakacak hileler üretmeye uygun boşluklar da bırakır. Bunu engellemenin tek yolu, onun arkasında yer alacak güçlü ahlaki yapıdır. Zira hukuk dışsal bir kontrol mekanizmasıdır ve içeriden kontrol edilemeyen insanı engelleme imkânı neredeyse yoktur! İnsanının iç dünyası ise ancak vicdanı ile kontrol edilebilir ve bunun kaynağı da birçok insan için büyük ölçüde dindir.

İslam’da ticari ilişkilerin temeli: Gönül hoşnutluğu

Bu açıdan İslam toplumlarında söz ve eylemlerde fıkhi / hukuki meşruiyet yeterli görülmemiş, vicdani meşruiyet esas alınmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in kazançta helal şartının yanına ilave ettiği tayyibatın bir yorumu da vicdani meşruiyettir.

Esasen Hz. Peygamber’in günahı, ‘ilk bakışta ve dış görünüşü itibariyle meşru olsa bile vicdanı rahatsız eden ve başkalarınca bilinmesi istenmeyen tutum ve davranışlar’ olarak tanımlaması da bu yorumu güçlendirmektedir.

Bu bağlamda Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde ticari ilişkilerin meşruiyet zemini olarak “gönül hoşnutluğu” belirlenmiştir. Bu duruş, hukuki bir sözleşme ile elde edilen mal ya da kazancın helallik için yetmediğinin ifadesidir. Söz gelimi insanların içinde bulundukları olumsuz şartlar sebebiyle bir akdi hukuki olarak yapmış olmaları ona Allah katında meşruiyet kazandırmaz.

Mesela çalışmaya mecbur olduğu anlaşılan birisinin işverenin dayattığı şartları gönülsüz olarak kabul etmesi “kimseyi zorlamadık, o iş için sırada birçok insan varken seni tercih ettik” deyip bir de minnet altında bırakmak, hukuka uygun görülebilir ancak o kişinin içinde bulunduğu ya da yaşadığı bir zorunluluktan bunu kabul etmesi vicdani olarak onu meşru ya da kültürel ifadesiyle “helalü hoş” kılmaz.

Nitekim Hz. Peygamber, insanların zaaflarını ya da içinde bulundukları olumsuzlukları fırsata çevirip kendilerine avantaj sağlayanları uyarmıştır. Tekel oluşturan müteşebbislerin müşterilere dayattıkları fiyatlar üzerinden yaptıkları satışlar “kimseyi zorlamıyoruz, alıp-almama özgürlüğü var” demeleri vicdani açıdan meşru değildir, hayır getirmez ve böyle bir satım bereket ile sonuçlanmaz. Hz. Peygamber, bu yolla kazanılan paranın tamamının dağıtılması durumunda bile o işin günahını örtmeyeceğini beyan etmiştir.

Ne olursa olsun kazanma güdüsü

Liberal ekonominin yükselen değerler arasında yer aldığı modern dünya, hırs, tamah, vahşi rekabet ve çok kazanma hedefinin meşrulaştığı, vicdanın değil nefsin yönettiği doyumsuz bir insan tipi ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan Hz. Peygamber’in doymayan nefisten Allah’a sığınması oldukça anlamlı bir duruştur.

Güçlü sermayenin, uluslararası politikalarda ve iç kamuoyunda belirleyici bir güç olarak doğması ahlaka olan ihtiyacı her geçen gün arttırmış olsa da ne olursa olsun kazanma ve zengin olma güdüsü ahlaki değerleri sürekli olarak örselemektedir.

Bunun yanında özgürlük olarak sunulan kavramın, insanın neyi seçtiğinden bağımsız olarak “seçebilmesi”ne indirgenmesi sahte bir erdemle ilişkilendirilmesi, hipnoz ettiği üreticiyi sürekli üretme; tüketiciyi de sürekli sahip olma ve bu konuda da ilk olma ya da tek olma güdüsüyle yönetmesi gönüllü bir kölelik düzeni kurmuştur.

Bu duruş, hayatın metalaştığı bir sonuç ortaya çıkarmış, bundan da en büyük nasibi insanın zaafları arasında ön sıralarda yer alan paranın döndüğü ekonomik hayat almıştır. Buna bir de maddi refah hedefi eklenince manevi dinamikler önemini tamamen yitirmiştir. Söz gelimi işçisine yeterli ücreti vermeyip zekâtını onlara vererek ya da onun sırtından kazandığı para ile hayır kuruluşlarına yüklü miktarda bağışlarda bulunmak, verdiği vergiyi zekâta saymak ibadeti bile çıkara dönüştüren dindar ekonomistin çelişkilerindendir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde eldeki imkânları paylaşabilmek imanın sıdkına delalet eden bir tutumdur.

Şekle indirgenmiş helal anlayışı

Modern ekonomi, temel felsefesini kaynakların sınırlılığı ve ihtiyaçların sınırsızlığı üzerine oturtmuş, üretimde minimum maliyet ve maksimum kâr anlayışını merkeze almıştır. Ekonomik döngüyü canlı tutabilmek için de insanın zaaflarını kullanarak üretim-tüketim arasında gidip gelen, psikolojik güdüleme teknikleriyle hazları üzerinden avlanan, üretenin ve tüketenin doyumsuz olduğu bencil bir insan tipi tasarlamıştır.

Klasik ticari hayatta, gerçek ihtiyaca dayalı alım-satımın yerini modern ekonomide sanal ihtiyaçlar ve onun aracı olan üretim-tüketim almıştır. Klasik ticarette ihtiyaç fazlası şeyleri almak israf, ihtiyaç yokken edinmek ise savurganlık (tebzîr) kabul edilirken modern ekonomi üretim-tüketim döngüsünü devam ettirebilmek için bunları yücelten bir tavır takınmıştır. Buna Müslüman dünya da adapte olmuş, dindar kesimden birçok müteşebbis, bereket, kanaat, şükür, paylaşım, komşusu aç iken tok yatamamak gibi kazancı değerli kılan kavramların yön verdiği klasik ticari hayattan evirilerek yeni ekonomik düzen içindeki yerini almıştır. Artık din ve onun ürettiği manevi kültür, ekonomik hayata yön vermek yerine ekonomik hayatı meşrulaştıran bir araca dönüşmüş gibi gözükmektedir. Fıkhi meşruiyetin vicdani meşruiyetten ayrılarak şekle indirgenmiş bir helal mekanizmasının kurulduğu gözlemlenmektedir.

Ekonomik gücün, sadece insanlar arasında değil uluslararası ilişkilerde de belirleyici konuma geldiğini, insanları ve toplumları yönetme ve yönlendirmede temel güçlerden birisinin bugün belki de en önemlisinin ekonomi ve para olduğunu bilmeyen yoktur. Dindar çevrelerin bu güçten yararlanmaları en azından kendilerini zulüm ve haksız saldırılardan koruyabilmek, belli hedefleri gerçekleştirebilmek için para gücüne ihtiyaçlarının olduğunu kabullenmek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber’in “yoksulluk neredeyse küfür olacaktı!” hadisi bir anlamda bunu da ifade eder. Ancak burada dikkat edilmesi gereken şey, bir dindar açısından ekonominin temel paradigmasının “ticaret ahlakı” olmasıdır. Bunun anlamı da paranın yönettiği bir iş insanı değil parayı yöneten bir iş insanı olmaktır. Para amaca dönüştüğünde insanı kölesi haline getirebilmekte ve kâr marjlarından işçi ücretlerine varıncaya kadar insanı anormal bir tutum almaya sevk edebilmektedir.

Halk arasında, “paranın dini-imanı olmaz” sözü inancın yön vermediği vahşi ekonomiyi tanımlayan bir ifadedir. Tasavvuf geleneğinin İlk öncülerinden Basra’lı zahid Mâlik b. Dînar’ın, “Dînâr (altın para), din ve nâr kelimelerinden oluşur, ‘dînar’dan din’i çektiğinizde geriye ‘nâr’ (ateş) kalır” sözü aslında helal ölçülerine uymayan kazancın ateşe odun toplamak anlamına geldiğini ifade eder. Buna göre bir Müslüman dindarın bilmesi gereken en temel bilgi, kazancın helal ya da haram olmasının ibadetlerin kabulünden iç huzuruna varıncaya kadar insan üzerinde etkili olduğudur. Elbette zenginlik yerilen bir durum değildir ve vicdani meşruiyete dayalı bir başka ifade ile insanın içine sinen ticari faaliyetlerle zengin olmak pek ala mümkündür. Kazancı ise anlamlı kılan çokluğu değil bereketidir. Ekonomi ile ticareti farklı kılan da herhalde bu bereket kavramıdır.

Sonuç olarak bireysel ve toplumsal anlamda Müslümanların sahip olduğu zenginlik, bir taraftan bütün dünyayı besleyecek yeterlilikte iken diğer taraftan sermayeyi silah olarak kullanıp sömürü düzenin aracı haline getirenlere etkili şekilde cevap verecek alternatif bir güce dönüşme potansiyeline sahiptir. Ne yazık ki genel anlamda Müslümanlar kendilerini bir taraftan modern ekonominin dişlileri arasına hapsetmiş diğer taraftan büyük sermayelerini de kölelik düzenine hizmet eden ve modern sömürgecilerin emrine amade kılmışlardır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’in Müslümanlara yüklediği bireysel manada diğer insanlara, toplumsal anlamda da diğer ümmetlere model olma görevini hakkaniyete dayalı ekonomik (ticari) düzen ile de göstermeleri gerekir.

Fıtrat değerlerine bağlılıkla zilletten izzete yeniden öze dönüş zamanıdır!

Haber Haberleri

Suriye yeni bir hikayeye başlarken bize düşen sorumlulukların farkında olmalıyız!
Sistematik bir katliamı "Bahane" olarak görme hezeyanı
Türkiye’deki Suriyeli muhacirler Halep’e dönmeye başladı
Şeyho Duman vefat etti
BM temsilcisine Hamas protestosu