Mine Alpay Gün’le Yazı/n Dünyasını Konuştuk…

Mine Alpay Gün, deneme yazınımızın önemli adlarından biri. Pek çok kitabı var bu türde. Tabii sadece bu türle sınırlı değil onun yazı evreni. Mine Alpay Gün ile yazarlığını konuştuk.

-Ne zamandır yazıyorsunuz?

-İlk okumayı söktükten sonra yazmaya başladım.

Zira kitap okumayı öğrenmek benim için galaksileri keşfetmek gibi bir şey oldu.

Çok heyecanlandım, sevindim, içim içime sığmadı.

Çünkü ben artık okuyordum. Bir anda büyümüştüm.

Altı yaşına kadar boşuna yaşamışım gibi geldi.

Ya da yeniden doğmuşum gibi.

Kâinatın farkına varmakla eş anlamlı idi kitap okumak. Ve ele kalem alıp bir şeyler yazmak. İlkokul da dergilere şiirler göndererek yazı hayatım başladı.  

-Nerelerde yazdınız/yazıyorsunuz?

-Yazma tutkusu lisede iyice depreşti ve yerleşti. Üniversite ile birlikte dergilerde yazı yazma serüveni başladı. Sebil dergisi, Yeni Devir gazetesi, Kadın Aile, Bilgi ve Hikmet, Paramed gibi… Halen Milli Gazete'de yazmaktayım.

-Denemede ısrarlı bir yanınız var. Bu yöneliminizdeki etkilerden, bunun kaynağından söz etmenizi isteyerek başlayalım. Niçin denemede ısrar?

-Deneme de insan kendisini saklamadan ortaya bırakmakta.

Duygu ve düşüncelerini perdesiz aktarmakta.

Dikkat edin yazarları, öyküleri ile yakalayamazsınız ama denemelerinde kafa yapısını, sırlarını, huylarını, artısına eksisine tanık olursunuz. Aslında tehlikeli bir yazı türüdür. Ketumluğu sevenler için kendini ele verme hususunda biraz sakıncalıdır.

Yine de bizler için bir yazarı yakından tanımanın en iyi yolu denemeleridir.

Zira şiirinde, öyküsünde belki kahramanları, dizeleri hayal ikliminden süzülüp gelmiştir. Ama denemede karanlık fazla şey kalmamıştır. Her şey güneş ışığındadır. Denemedeki ısrarım, somut ve soyut düşüncelerimi aktarabilme alanını açtığı için, fikirlerime kısıtlama getirmediğinden özgürce kalemi alıp yazabilme şansını verdiği içindir.

-Deneme türünde yazmanın getirdiği bir zenginlik, engin bakış sizin yazılarınızda da öne çıkıyor. Bunun neleri içerdiğini sormak istiyorum size.

-Deneme türünde, etraf duvarla çevrilmez. Ya da kapılar kapatılmaz. Sizi uçsuz bucaksız gökyüzü kadar, yemyeşil yeryüzü kadar geniş bir alana bırakır. Sizi kısıtlamaz. Cömert. Önünüze pek çok malzeme bırakır. Kendinizin efendiliğini hissettirir. Kaleminizi tutacak prangalardan azade bir biçim olduğu için denemeden vazgeçemiyorum.

-Öykü kurma, öyküleme denemede nerede duruyor, durmalı, sizce?

-Aslında öykü ile deneme aynı yolda birlikte yürüyen iki dost gibi görünmezler. Ne ki matematik olarak bakmayıp, iki ile ikinin toplamının üç olduğunu söyleyebilirsiniz.

Yaşamlarla bu denli kuşatılmışlığımız, ister istemez genetiği bozmadan denemelere de öykülemeyi sirayet ettirmekte. Çok didaktik, çok önermeci deneme sıkmakta. Zaten teknolojinin kıskıvrak esir ettiği ruhlarımız o kadar bunalmış ki, bari denemelerde bir kır havası alsın ya da bir çobanın kaval sesini duyabilsin…

-Yaşanan duyarlık alanlarından beslenerek yaklaşıyorsunuz edebiyata/yazıya. Bu duyarlık alanları nasıl yazıya dönüşüyor?

-Yaşanmamışı nasıl gergefe alıp işleyebilir, tuvalinizde boyayabilirsiniz ki. Koğuştaki hasta, mahallenin kolu kırık köpeği, Balıklının delisi, zaten benimle birlikte. Yazı da, elim ayağım, bir organım. İstemesem bile bulutların, yağmurların, balıkların; göz, kulak, dil gibi vücudumun bir azası olan yazıda tomur açtığını gördüğümde şaşmıyorum. İnsanların karanlık ya da gri, ak yanlarının bu yazı gözüme çarpmaması mümkün değil.

-Hayatın bir izdüşümü gibi algılıyorsunuz yazıyı,  özellikle denemeyi. Sürekli de o izlerden gidip, yineliyorsunuz bunu. Edebiyat ve hayat, sizde bunun buluşma ayrışma noktaları nelerdir?

-Edebiyat zaten hayattan beslenmekte. Öğrencimin kompozisyon ödevinde rastladığım Mehemmed Yaşar'ı belki de kimseler tanımayacaktı. Ama onun hüznünün, yaşadığı acının, aşkının, sürgün Suriye dağlarının birileri tarafından bilinmesi, kayda geçirilmesi benim için çok önemli idi. Emek bu denli kutsal değerken, yorulmadan bal tutanların yerilmesi, irinle ilençle anılması için de, sessiz kalamazdım. Merdiven silen kadının alnında parlayan kutsal alın teri tacının pırlanta damlalarına da değinebilmeliyim. İhtilallerin alıp götürdüklerine de, hangi edebiyat türü ilgisiz kalabilir ki. Bir siper benim için deneme, bir kale, bir tefekkür kulesi.

-Değişken bir yazı tarzınız var. Kitaplarınızda olsun gazete yazılarınızda olsun denemelerinizde göze ilişen de bu. Bir metinde birkaç konuyu, birçok izleği ele alıyorsunuz, sonuçta da başlangıç noktanıza dönüyorsunuz. Bunu açalım istiyorum.

-Akıl verici, hedef gösterici, çok didaktik olandan uzak duruyorum. Bir nehir tek başına akmayıp yanına kardeş kollar alıyorsa nasıl, yazıda tek kanalla akıp gidemez.

Arının pek çok dağdan çiçekle söyleştiğinin dışına çıkıp, tek çiçekteki balla dönüşü gibi olur sanırım yazı da tek kanatla uçmaya çalışmak. Bazen yoldaşım, arkadaşım uyarır, yine heba etmişsin birçok konuyu, diye. Her biri ayrı bir yazı konusu olacakken, israf had safhada der. Ama bir yazının doğuşu tıpkı bir bebek gibi emek istemekte. Zor, zahmetli bir süreçten sonra eldeki yazı bazen bana çok acı çektirir. Hayal kırıklığı yaşatır. Daha ideali olabilirdi sancısı bırakmaz yakamı. Müzisyenin uygun düşmeyen notaları, ressamın iyi gitmeyen renkleri, heykeltıraşın güdük kalmış yontuları gibi bakarım yazıya.

-Bugünün dünyasında okurun/okurlarınızın sizin denemelerinizden alacağı en temel değer, anlam nedir?

-Bana has bir dünyanın konturlarını çiziyorum. Yaşamın izobar eğrilerini, ucunda çile olsa da doğruları vermeye çabalıyorum. Öyle büyütülecek bir şey olmadığını, mülkiyet ve servetin… Küçük mutlulukların önemini, insanlığın bir sanat olduğunu. Çingene Ali'nin karısı Nimet Hanımın aslında bir kontesten daha şanslı olduğunu, çünkü sekseninde bile olsa bu yaşlı kadına âşık bir adamın varsıllığının hazinelere değer olduğunu vurgulamaya çabalıyorum.

-"Okumalardan beslenen deneme yazımı" ile "yaşantıdan beslenen deneme tarzı" üzerinden ayrıştırıcı bir özellik belirlesek sizin için, hangisine yakın hissedersiniz kendinizi?

-İkisi de. Ama çokça okuduğum, beğendiğim yazarın cümlesini alıntılamaktan uzak duran bir yanım var.

O hazine, o yazarındır, isim bildirerek alınsa da, etkileşimde bulunulsa da, herkesin özgün bir tarafı bulunmalı. Bu yüzden karşıma çıkanları buyur edip, yer gösteririm yazılarımda.

Onlar, o  "an"lar, madem özel olarak beni seçip peşimden gelmişlerdir. O halde benimle beraber oturup kalkanlar, yazıda başrolü almalıdır.

-Gezen, gören, derleyen bir bakışınız var. Seyyahlık ne orandadır sizde?

-Had safhada.

En büyük hayallerini sorarlar insanlara

Seyahat. Farklı yerler görmek. Özellikle ilk ve en önce kendi ülkemi tepeden tırnağa görmek istiyorum. Gerçi Anadolu'da görmediğim il kalmadı. Hatta yüzlerce ilçe, kasaba… Ama en fazla bir şehrin köylerini, dağlarını, göllerini, pastoral güzelliklerini merak ederim. Tabii Batı ülkeleri olan Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsviçre, Belçika gibi onlarca kez gittiğim ülkeleri de buna eklemeliyim. Ne var ki Anadolu başka… Anadolu benim için bir ilham esintisi…

-Edebiyat, hayatın öte yakasında olup bitenleri, akıp gidenleri göstermenin ötesinde, bize neler kazandırır?

-Kendi gözümüzle göremediğimiz, kaçırdığımız pek çok ayrıntıyı, önümüze serer edebiyat. Yazın ustalarının kelimelerle dansını, o estetik ritmi, bedii güzelliği, yaşamın kalitesini duyumsatır. Yaşantımıza ışık ve renk katar. Hayatını edebiyattan uzak tutanlar; eksik, yarım ve farkındalıkları yitirmiş, yaşam özürlüsüdürler. Yemeğin lezzetini hisseden damak gibi değildir, edebiyatla iç içe yüreklerin hissettiği.

-Farklı türlerde de yazıyorsunuz. Deneme, öykü, mektup, roman... Bunlar arasında sizi en çok kendine çeken hangisi?

-Deneme bana daha uygun. Öyküye meyilliyimdir. Mektupsa mazinin kurutulmuş gül yaprakları arasında kalan ziyadesi ile sevdiğim bir türdür.

-Diğer türlerle alışverişinizi açar mısınız?

-Şiir serüvenim olmuştu. Ama bir insanın en mahrem yanı gibi görürüm şiirlerini.

Kendisini en çok ele vereni.  Sonra vaz geçtim yazmaktan. Kelimeleri usta askerler gibi dizmeyi başkalarına bıraktım. Dönmedim bir daha şiire.

Hatırat daha öznel bir şey. Bazen kimi yazarların hatıratlarını okuyup şaşmaktayım. En zor bir tür. İnsanın özel anılarını, gizemini okuyucuya açması çok büyük bir özveri. Tabii aynı zamanda bir savunma refleksi, kendini savunma mekanizmasıdır, hatıratlar…

-Ağırlıklı olarak hangi türde yazmayı yeğlerdiniz?

-Deneme daima deneme...

-Yazının ardından gitmenin sahih yolunun okumak olduğunu düşünürüm. Sizi yazının kıyısına getiren okuma uğraşınızın köşe taşlarından söz edelim…

-Hani bazen insanın canı tatlı çeker ya… İşte öyle bazı geceler kalkar, tarih okurum. Tarih kitaplarını da aynı konuları farklı yazarlardan okumak, tarihi şahsiyetlerin psikolojilerini anlamaya çalışmak. Bir de coğrafya tutkum vardır. Mekân meselesi.

Mesela geçen gün İznik'te idim. Her seferinde böyle tarihi mekânlarda büyüleniyorum. Zamanı kaybediyorum. Yemek içmekten kesiliyorum. Belki Sanat Tarihçisi olmamın bunda payı var. Bilhassa eski sanat eserleri karşısında çağımdan çıkıp gidiyorum. Bir Ramazan günü orucumu açamamıştım Kayseri'de Gevher Nesibe Hatun'un Tıp Medresesinde. Geçmiş zaman nostaljisi, sanat ve eski şiirin musikisi başımı döndürmüş ya sarhoş olmuş ya doymuştum, iftar yemeği yiyememiştim. Aynı şey Doğu Beyazıt İshak Paşa Sarayı'nda da oldu, Van Kalesinde de. Harput'ta da. Mekânsal ritim fazlası ile yazılarımı yönlendirir.

Okuma uğraşımın köşe taşları olan Psikoloji, Sosyoloji, Antropoloji ile ilgili yapıtlarda ilgimi çeker. Popüler kitaplar okumam.

-Siz nasıl okursunuz, bunu nasıl, nerelerde gerçekleştirirsiniz?

-Nuri Pakdil usta, okumak ciddi bir eylemdir der. Bu eylemi yerine getirmek için abdestle donanımlı olmayı ön koşul olarak görür. Dahası, kitapların masaya oturarak okunması gerektiğini bildirir. Ben de yanımda kimseler olmadan okumayı, sadece kitapla baş başa kalmayı isterim. Otobüste, trende okumalarım vardır ama bölük pörçüktür. Herkes yatıp el ayak çekilince gece okumaları bir başkadır. Bir de fecir vakti. Güneş doğmadan sabahın ilk esintileri ile okumak çok zevklidir. O vakit kitabın da ne kadar canlı bir dost olduğu daha bir anlaşılır, kitabın künhüne bütünüyle vakıf olursunuz.

Çocukken ağaç tepelerinde okurdum. Küçük bir manav dükkânımız vardı, orada kafamı kaldırmadan okurdum. İlk okumayı sökünce, o yaz öğretmenimle birlikte her hafta gidip, okul müdürünün öncülüğünde bir sınıfın kitaplığını boşaltıp okuyup, sonra yerine bırakıp bir başka sınıfın kitaplığına giderdik. Mahallede bütün komşuların kütüphaneleri elimden geçmişti. Matbaacı aile dostumuz bana yıllarca kitap taşımıştı. Babam bu çok okuyan kızıyla gurur duymuş ve her aldığında düzinelerce kitap taşımıştı evimize.

Şimdi bazen misafir çok gelince birkaç gün kitaptan uzak kalınca içime bir sıkıntı basmakta, kayıplarımı düşünüp hayıflanmaktayım.

-Her yazarın yazı ve yaratılarına kaynaklık eder çocukluğu; yazı ve yaratılarda çocukluk günlerinden sızıp gelen gizli ya da açık bir esinti vardır. Sizin çocukluğunuzdan sızıp gelenler neler?

-Masallardaki kadar mutlu bir çocukluk geçirdim. Çok şefkatli anne ve babamla birlikte düş şalelerinden süzülüp geldim. Mütevazı evimiz, saraylardan daha mutlu idi. Hayata pozitif baktığım için yeni açan bir çiçek bile beni çok mutlu ederdi. Kavgasız, öfkesiz sadece sevgi ile yetiştirildim. Annemin doğruları ile çok sağlam yere bastım. Ağaçlar ve çiçeklerle süslü bir mahalle ilkokuldan önce en önemli okulum oldu.

Bizim küçük evimizin bahçesindeki ağaçlar arkadaşlarımdı. Ben onlarla büyüdüm, çocuklarla oynamayı hiç sevmezdim, zaten beceremezdim. Sayılı sokak oyunlarımda sesi gür çıkan çocuklar tarafından ya dışlandım, ya itelendim, korkup, üzülüp eve döndüm bir daha da sevgili annemden ayrılmadım. Zaten kara kuru çelimsiz sessiz bir çocuktum. Komşu kadınlarla annemin arkadaşlığı yanında ben de ya iyi bir dinleyici idim ya da kitap arkadaşlarımdan biriyle beraberdim. Bahçemiz küçük bir hayvanat bahçesi idi, çocuklarla kuramadığım iletişimi; ördek yavruları, kedi, kopek, kuzu, tavşan, balık, civcivlerle kurardım. Bu sonraki yaşamımda da sürdü, insanlarla fazla içlidışlı olamam.

-Kimdir sizin ustalarınız, yakınınızda duran yazarlar; özellikle denemeciler?

-Mehmed Akif, Nuri Pakdil, İsmet Özel, Sezai Karakoç… Bu ustaların yapıtları, birer yol haritasıdır…

-Biraz da yazma biçiminizden, bunu gerçekleştirme durumlarınızdan söz eder misiniz?

-Yazıyı günün erken saatinde yazamazsam, öğleden sonra bunu başaramıyorum. Kafam çocukların ya da arayan birinin sorunları ile dolmadan el dokuması tezgâh dediğim bilgisayarın başına geçerim. Yoksa acılı bir olay duyduğumda, ya da beni üzecek negatif bir tavırla karşılaştığımda çabuk moralim bozulur, yazı zihnimden uçar gider. Hâsılı dost sahillerde dolaşabiliyorum. Düşman ortamlarda elim ayağım yüreğim kilitlenir. Değil yazı üretmek, sağlığım bile bozulur.

-Sizin için dikkate değer, ilginizi çeken yeni yazarlar kimler?

-Bir liste yapıp şunları okuyorum demek de diğerlerine haksızlık. Bir grup var onları pek okumam.

-Gençlerden, yeni yazarlardan kimleri okuyup beğeniyorsunuz?

-Yine gençlerle ilgili sıralama yapıp, şunlar diye ayrıştırma yapmayayım.

-Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

-Yeni çalışmalar… Bu husus da pek başarılı değilim... Beş altı dosya son on yıldır aynı anda beklemekte. Fakat bir türlü ortaya somut bir şeyler çıkmamakta. Umarım bu yıl o çalışmalar gün yüzüne çıkar…

 

Röportaj: ASIM ÖZ
Haksöz Haber

Röportaj Haberleri

Suudi Arabistan'da İslam, sekülerleşme ve Bin Selman reformları
“Filistin özgürleşmediği sürece, bu travma asla geçmeyecek”
Netflix abonelerine yalnızca eğlence değil "politik görüşlerini" de satıyor
Nazmul İslam: Bangladeş’te devrim bir süreç esas mesele şimdi başlıyor!
"Sinvar’ın yolunu sürdüreceğiz"