İsviçre’nin “minare” kararında öyle fazla şaşırtıcı bir şey yok. “İsviçrelilik” biraz böyle bir şey: kaderini başka insanların kaderinden ayırmak (izolasyonizm); özellikle de kimsenin derdinin “bizim üstümüze” sıçramasına meydan vermemek. Kimseye kötülük etmemek –ama iyilik de etmemek.
Gelgelelim, bunlar ve benzeri tavırlar, gitgide, bütün Avrupa’nın birbiri ardısıra birçok olayda benimsediği tavırlar haline geliyor; yani Avrupa genel olarak “İsviçre’leşiyor”. Böyleyse, bu ciddi bir durum. Avrupa’nın öncelikle küçük, iddiasız toplumları –Hollanda, Danimarka vb.- böyle bir “Aman, bana değmesin, bulaşmasın” tavrı takınmaya başladı. Özellikle kendi ülkelerinde yaşayan yabancılar sözkonusu olduğu zaman bu tavrın hemen suyüzüne çıktığını görüyoruz. Şu İsviçre örneğinde de, “minare istemem” diyenlere sorsanız, minare hakkında, üzerinde üç dakika kadar düşünerek üretilmiş bir fikri olduğunu hiç sanmıyorum. Suriye veya Türkiye’de istediğimiz kadar minare yükseltme hakkımızı da savunurlardı çoğu. Ama konu minarenin İsviçre’de yapılmasına gelince, orada bir dakika duracaksın. Her şeyin bir haddi var.
Şimdi işin burası böyle de, bundan şikâyet etmeye bizim ne kadar hakkımız var, bu da ayrı soru...
İlkin, minare dediğimiz yapının varlığı ya da yokluğu ibadetin kendisiyle doğrudan doğruya ilgili bir şey değil tabii –ibadetin saatinin geldiğini bildirmek için bulunmuş bir kolaylık ve bunun çevresinde oluşmuş bir gelenek sözkonusu. Yaşadığımız dünyada, ibadet saatinin geldiğini bildirmenin –çoğu çok daha pratik- yığınla yöntemi geliştirilebilir. Benim hatırladığıma göre, Londra’da ilk camiyi Araplar yaptırmıştı (herhalde başkaları da yapılmıştır o zamandan beri). Yeri de Regent’s Park’tı. Ama Londra’da otoriteler günde beş kere ezan okunmasının kentlerine iyi gideceğini düşünmüyorlardı. “Ezan yok” dediler; “ama, minarede ışık yakıp söndürerek saatin geldiğini haber verebilirsiniz –isterseniz.” Araplar dinin bu gibi pratik alanlarında bizden çok daha az muhafazakâr olabiliyorlar. Bu öneriyi kabul ettiler. Hattâ bunun bir sonucu, zengin Arapların (zaten Londra’da başka türlüsü pek yok) minaredeki ışığı görebilmek için, Regent’s Park çevresinde ev almaya başlamaları, böylece o yöredeki kira ve emlak fiyatlarını göklere sıçratmaları olmuştu.
Ama sorun bu değil. Başka arkadaşların yazdığını tekrarlayacağım ama söylemeden edemiyorum. İsviçre’nin dar kafalılığına, yabancı düşmanlığına, şusuna busuna lanet yağdıracak, biz miyiz? Biz bu “pozisyon”da durup konuşmayı hak ediyor muyuz? “Çanına ot tıkamak” ya da “Bugün pazar, gâvurlar azar” gibi latif deyimlerin mucidi bir millet olarak mı hak ediyoruz? Şu yakında bir anket yapıldıydı hani? Necip Türk milletinin nasıl komşular istediği, daha doğrusu nasıl komşular istemediğine dair düşüncelerini beyan ettiği bir anketti. Sonuçlar bir hayli göz yaşartıcıydı.
Kimi “millî”, kimi “ulusal”, aralarında ufak tefek nüanslar bulunan hatırısayılır sayıda koronun çağırdığı zenofobik türkülerin de büyük yardımı ve katkısıyla, dünyada kendinden başkasına hiçbir sempati duymayan bir toplum haline geldik. “Türkün Türkten başka dostu yok” gibi, ancak bir ideolojinin ileri derecelerine varmış bireylerin ağzına yakışacak bir söz, burada şimdi “ortak bilgi”, “sağduyu”, sıradan bir söz. Bunu söyleyene değil, inanmayana “deli” gözüyle bakıyorlar; bakmayı öğrendiler.
Ama bu sevgisizliği, bu nefreti üretecek kaynakları bir kere harekete geçirirseniz, bu üretimi “yabancı” falan diye nereye kadar denetlersiniz? Denetleniyor, çünkü zaten öyle bir niyet yok. Bu sevgisizlik, bu nefret bize Amerika’da, Almanya’da, İsviçre’de oturan insanlar için değil, burada oturanlar için gerekli. Birbirimizi tepelememiz için gerekli.
Minare yaptırmıyor diye İsviçreliye kızıp bu münasebetle bütün Avrupa’ya kin kusarken başı örtülü kızı üniversiteye sokmama, imam-hatipliyi hiçbir yere sokmama kavgasını da gevşetmeye gelmez. Her cephede dövüşeceğiz ve zaten her yer bir cephe.
Kürt konusunda “barış” dendi, fücceten gideyazdık. Neyse, elbirliğiyle, barış tehlikesini yavaş yavaş atlatıyoruz galiba.
TARAF