Çağrı İslam / HAKSÖZ HABER
Milliyetçiliğin hayali cemaatleri
Milliyetçilik üzerine yapılan okumalarda Anderson’un Hayali Cemaatler eseri, öne sürdüğü iddialarla farklı bir yerde durmaktadır. Bu yazıda Hayali Cemaatler kitabında yer alan bazı tezleri ve bu tezlere karşı getirilen eleştirileri birlikte incelemeye çalışacağız.
Benedict Anderson ilk olarak milliyetçiliğin bir ideoloji olarak değil de dini birlikteliklerle beraber düşünülmesi ve milliyetçiliğin temelini oluşturan kavramların doğru anlaşılması gerektiğini düşünür. Bu anlayıştan hareketle ulusu şu şekilde tanımlar: Ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur – bünyesi gereği hem sınırlı hem de egemen olarak hayal edilmiştir1. Bu tanımlama Anderson’un kalkış noktasının ulusun üretilmiş bir yapım türü olduğuna işaret eder. Başka bir deyişle Anderson, ulusu/milleti verili bir olgu olarak ele almaz, sonradan üretilmiş olduğunu düşünür.
Anderson yapmış olduğu tanımda ulusu sınırlı, egemen ve hayali bir cemaat şekilde ele alır. Bu tanımdan hareketle uluslar başka bir ulusun sınırlarının başladığı yerde kendilerine sınır koymak durumundadır. Ayrıca meşruiyetlerini tanrıdan alan hanedanlıkların ve dini olanın ortadan kalktığı bir dönemde ortaya çıkmaları dolayısıyla egemendirler. Son olaraksa reel hayattaki olumsuzlukları görmezden gelen, derin ve müspet bağlarla örülü bir cemaat olarak hayal edilmişlerdir.
Bu noktada sorulması gereken soru, bu hayali oluşum uğruna, insanların nasıl birbirlerini öldürdükleri ya da canlarını feda edebildikleridir. Anderson bu sorunun cevabını kültürel köklerde arar. Milliyetçiliğin dini birlikteliklerle beraber düşünülmesi gerektiğine yaptığı atıf da bu noktada anlamlıdır. Milliyetçilik dini olana benzer bir mukadderat ve süreklilik anlayışı ortaya koyabilmiştir. Nitekim Anderson, milliyetçiliğin büyük düşünürleri olmamasını –Marksizm, Liberalizmden farklı olarak- ve amorf halini de milliyetçiliğin ideolojilerden farklı bir şekilde düşünülmesine dayanak olarak sunar.
Kültürel köklerde yaptığı tespitlerine, geçmişte insanların bu gün milliyetçiliği düşündükleri gibi verili olarak düşündükleri kurumlardan başlar. Bunlar: dinsel cemaat ve hanedanlık mülküdür. Anderson bu kurumların hayattan çekilmesi ile milliyetçiliğin doğması arasında paralellik görür. Dini olanın gerilemesinde ise iki temel argümana dayanır. Bunlardan ilki Latincenin -kutsal dilin- kapitalist yayıncılık faaliyet ile hakimiyetini kaybetmesi, yerel dillerin yazı dili olarak da kullanılmaya başlamasıdır. Bu noktada Reform hareketinin de etkili olduğunu söyler. İkinci nedense yaşanan coğrafi keşiflerin Avrupa’nın ufkunu genişletmesi, biricik olduğunu düşünen Avrupa toplumunun farklı toplumların da farkına varmasıdır. Hanedanlık ise temelde meşruiyetini tanrıdan alan bir kurumdur. İlahi olanın hayattan çekilmesi onun da meşruiyetini sonlandırmıştır.
Sadece bu iki kurumun gerilemesi ile milliyetçilik anlayışının tahkim edildiğini söylemek eksiklik olur. Anderson aynı zamanda değişen bir zaman tasavvurundan söz etmektedir. Bu anlayışa göre tarihin sonsuz bir neden-sonuç zinciri olması ve geçmiş-şimdi-gelecek gibi kompartımanlara/dönemlere bölünebilmesi ortaçağ Hristiyan zihinlerine yabancı bir anlayıştır. Anderson, Auerbach ve Walter Benjamin’den alıntılayarak eşzamanlılık şeklinde isimlendirdiği bu tasavvuru; geçmişle geleceğin eş zamanlı olarak içinde bulunduğu anlık bir şimdi olarak ifade eder.2 Bu tasavvurun yerini, yine Benjamin’den alıntıladığı “homojen, içi boş zaman” fikrinin aldığını söyler. Bu anlayış şeklinde zaman, takvim ve saatle ölçülebilir bir hal almış, geçmiş-şimdi-gelecek gibi tarihsel ayrımlar yapılabilir hale gelmiştir. Bu ayrımların yapılması tarihe müdahale edilebilir bir mahiyet kazandırmış ve bu ayrımlar sayesinde geçmişte var olmuş, şimdi var olan ve gelecekte de var olacak bir toplum hayal edilebilmiştir.
Zaman tasavvurunda yaşanan bu kırılmanın müsebbipleri ise roman ve gazetedir, Anderson’a göre. Romanda yer alan kurgusallık birbiriyle alakalı olmayan olayları dahi bağlantılı olarak insanın gözleri önüne sermiş, okuyucuya ‘ilahi bir bakış açısı’ kazandırmıştır. Bu durum önceki yazım türlerinde olmayan, yeni bir durumdur. Benzer şekilde gazete de bir kurgusallık içerir ve günlük olarak tüketilmesi gerekir. Bu noktada gazete okuru, kendisinin de içinde bulunduğu binlerce kişinin, o gazeteyi aldığını, aynı şeyleri okuduğunu ve bu eylemine yarın da devam edeceğini bilir. Farklı ortamlarda aynı gazetenin okunduğunu görmesi, gazete okuruna; gerçek hayatta da hayali topluluğuyla birlikte yapmış olduğu bir faaliyet/ibadet olduğunu tasdik ettirir. Bu durum hayali cemaati oluşturan insanlar arasında birbirlerini tanımasalar da bir farkındalık oluşturur.
Genel ilkeleri ile aktarmaya çalıştığımız tespitler Anderson için yeterli değildir. Başta Amerikan toplumları olmak üzere, Avrupa ve Asya-Afrika toplumları üzerine de incelemelerde bulunur. Her bir coğrafyada milliyetçiliğin yayılmasındaki farklı etkenleri ele alır. Bu noktada en sık eleştirilen ve kitabı milliyetçilik okumalarında farklı kılan tespitlerinden birisi ise milliyetçiliğin Amerikan sömürge devletlerinde ortaya çıktığı iddiasıdır. Anderson, criollo şeklinde isimlendirilen aslen Avrupa kökenli olup Amerikan sömürge topraklarında doğan insanların buna neden olduğunu düşünür. Asya ve Afrika’da ise yine Avrupa’nın sömürgelerinde yer alan ve Avrupa tarzı eğitimden geçmiş gençler, hayali topluluğun oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu örneklik milliyetçilik tasavvurunun oluşmasında eğitimin başat aktör, milliyetçiliğin de aslında öğretilmiş/öğrenilmiş olduğunun göstergesidir.
En önemli eleştirilerden biri de Kellas, Greenfeld ve Smith tarafından Anderson’un ‘milliyetçilik, dinin önemini yitirdiği bir dönemde orta çıkmıştır.’ tezine karşı yapılır. Eleştirilerinde bizatihi bazı durumlarda din ile milliyetçiliğin el ele verdiğini aktarırlar. Bu eleştirilerin bizim zaviyemizden de haklılık payı vardır. Anderson ilk olarak milliyetçiliğin ‘dini birlikteliklerle’ beraber düşünülmesi gerektiği tespitini yapmış ancak bu tespiti temellendirmekte eksik kalmıştır. Dini olanın hayattan çekilmesini coğrafi keşifler ve Latincenin gerilemesine sebep olan kapitalist yayıncılık anlayışıyla açıklamak, yeterince tatmin edici değildir. Dinin hayattan çekilmesi ile milliyetçiliğin ikame edilişini de sanki doğal süreçler şeklinde ele alır. Fakat din ile milliyetçilik arasında gerçekleşen çatışmayı görmek gerekir. Bu karşıtlık ‘hayatı tahkim etme’ uğruna verilen bir mücadeledir. Nitekim sonrasındaki süreç ise zaman anlayışından toplumsal kurgusallığa kadar hayatı neyin tahkim ettiğini açıklar niteliktedir. Kurulan bu tahakkümün ve yeniden inşa sürecinin de elbette ulus devletle birlikte incelenmesi gerekir. Modern ulus devlet, doğumundan ölümüne kadar insan hayatını eğitim ve askeriye gibi araçlarla şekillendirilmekte olan bir torna tezgâhı gibidir. Bu tezgâhtan geçmek kişiyi hayali cemaate üye yani vatandaş yapar.
Hülasa aktarılmaya çalışılan tezler ve bu tezlere getirilen eleştiriler aslında milliyetçiliğin basit ve atlanabilecek bir mesele olmadığının göstergesidir. Milliyetçilik mevzuu üzerinde düşünülmesi gereken, itikadi sorunlara yol açabilecek bir mahiyete sahiptir. Bu noktada Müslümanların tavizkar olması beklenemez. Kimliğimizle taban tabana çelişen, toplumu ifsad eden bu anlayışa karşı tavrımızın net olmalıdır.
[1] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Metis Yayınları, 2020, sf.24
[2] Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğubatı Yayınları, 2009, sf. 184 “Değişim, Orta Çağ’ın ‘eşzamanlılık’ kavramıyla özetlenebilecek zaman anlayışında yaşanır. Bu anlayışa göre olaylar eş zamanlı yaşanmaktadır; geçmiş, bugün ve gelecek yoktur. Her şey ilahi güç tarafından önceden belirlenmiştir. Gelecek, geçmişte söylenenlerin gerçekleşmesinden ibarettir ve bu ikisi arasında nedensel ya da zamanla ilgili bir ilişki yoktur.”