Milliyetçi hamaset, bu ülkenin şu an en az ihtiyacı olan şeydir!

RIDVAN KAYA

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Osman Kavala davasına ilişkin açıklama yapan 10 Büyükelçinin ‘istenmeyen adam’ ilan edilmesi gerektiğine dair sözleri sorunlar yumağı içindeki Türkiye için yeni ve derin bir krizin daha habercisi.

Halkın ekonomik ve siyasi sorunlarla yoğun biçimde bunaldığı bir süreçte Türkiye yeni bir diplomatik krizle yüz yüze. Osman Kavala davasına ilişkin 10 Batılı ülke büyükelçisinin yaptığı açıklama geçiştirilmek, basitçe eleştirilmekle yetinmek yerine siyasilerce giderek tırmandırılmakta. Sorunun Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dışişlerine adı geçen elçilerin derhal ‘istenmeyen adam’ ilan edilmesi talimatı vermesiyle geri dönülemez bir noktaya doğru ilerlediği görülüyor.    

Bu ne şiddet, bu celal!

İktidar bu konu üzerinden bir kez daha milliyetçi hamasete sarılıyor. Ne yazık ki sorunları gerçek boyutlarıyla ve kökenleriyle ele almak yerine haricileştirme ve ‘bize operasyon ha!” söylemiyle karşılayıp halının altına süpürme tutumu ısrarla sürdürülüyor. Belki bir müddet, çok kısa bir müddet için kamuoyunda istenen atmosfer tesis edilse bile bu tutumun hiçbir kalıcı yarar sağlamadığı ise bir türlü görülmek istenmiyor.

Açıkçası bu tür ulus devlet tepkilerinin giderek daha bir anlamsızlaştığını görmek gerek. Bu tür tavırlar daha çok otoriter diktatörlük rejimlerinin eğilimini yansıtıyor. Küreselleşen bir dünyada ülkelerin yargı bağımsızlığı adına bunca tepki vermesi sağlıklı tepkiler olarak değerlendirilmiyor. Kaldı ki daha önce yaşanan Rahip Brunson ve Deniz Yücel davaları da iktidarın şu anki sert söylemini boşa çıkartıyor.

Türkiye toplumu son yıllarda benzeri sorunlar karşısında benzeri tavırlarla sıkça muhatap oldu ama “günün sonunda elde edilen nedir” diye sorulduğunda bu tür hamasi söylemlerin kimseye bir şey kazandırmadığı görüldü. Burada da aynı şey olacak! Belki “ülkemiz üzerinde gözü olan emperyalist güçler karşısında takınılan bu yerli ve milli duruş” toplumun bazı kesimlerinin incinmiş gururlarını okşayacak ve iktidara güvenmekte ne kadar haklı olduklarının delili olarak görülecek ama uzun vadede hiçbir sorunun asli manada çözümüne en küçük bir katkı sağlamayacak. Bilakis uluslararası ilişkilerden ekonomiye kadar bir dizi alanda zaten giderek artan yükün daha da ağırlaşmasını getirecek.

Nereden çıktı bu çağrı? 

Hamasetin gerçekliği örttüğü bir gerçek. Nitekim büyükelçilerin ne söyledikleri, yaptıkları çağrının bir temelinin olup olmadığı hiç konuşulmuyor. Oysa bu meselenin durup dururken ortaya çıkmış, birilerinin maraza çıkartma çabasının ürünü olarak tetiklediği bir hadise olmadığı görülmek zorunda.      

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 10 Aralık 2019 tarihli kararında, Osman Kavala'nın "makul şüphe olmadan, siyasi nedenlerle tutuklanması ve bireysel başvurusunun makul sürede incelenmemesini" gerekçe göstererek, bu durumun hak ihlali olduğu kararı vermişti. Buna bağlı olarak 17 Eylül 2021 tarihinde ise 47 üyeli Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye'nin AİHM’in kararlarını uygulaması gerektiğine ilişkin karar aldı ve Osman Kavala’yı serbest bırakması için Türkiye’ye Kasım ayı sonuna kadar süre verdi. Büyükelçilerin çağrısının bu arkaplana dayandığı görülmek istenmiyor.

Peki, tartışılan çağrıyı yapan elçiler kimler ve ne talep ettiler?

Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda elçileri çokça tartışılan çağrılarında şunu dile getirdiler:

“Osman Kavala’nın tutuklanmasının üzerinden dört yıl geçti. Davanın, farklı dosyaların birleştirilmesi ve beraat kararından sonra yeni davaların yaratılması yoluyla sürekli geciktirilmesi, Türk yargı sisteminde demokrasiye saygıyı, hukuk devleti ve şeffaflık ilkelerini gölgelemektedir.

Almanya, Amerika Birleşik Devletleri, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda Büyükelçilikleri olarak Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleriyle ve milli kanunlarıyla uyumlu şekilde, bu davanın adil ve hızlı biçimde sonuçlandırılması gerektiği kanısındayız. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu husustaki kararları doğrultusunda Osman Kavala’nın derhal serbest bırakılmasının sağlanması için Türkiye’ye çağrıda bulunuyoruz.”

AİHM ve tutarsızlık

AİHM’e, Avrupa Konseyi’ne, AB’ye dair biri dizi ithamda bulunabiliriz elbette. Samimiyetsizliklerinden, niyetlerinin kötülüğünden yakınabilir, insan hakları konusunda çifte standartlı tutumlarını eleştirebiliriz. Nitekim bu konuda bahsi geçen kurumların ve ülkelerin çok ciddi sabıkaları olduğu da inkâr edilemez bir hakikat. Ama tüm bunlar Türkiye’nin sonuçta AİHM’in yargı yetkisini kabul etmiş bir ülke olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Kaldı ki hassasiyet ve tepki eğer yargı bağımsızlığının öncelenmesinden ve yargıya dışarıdan müdahalenin kabul edilemezliği kaygısından kaynaklanıyor ise o zaman ortada daha büyük bir sorun yok mu? Başından itibaren Osman Kavala davasında Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamalarla bu davayı yönlendirdiği görmezden gelinebilir mi? Ve en son sarfettiği sözlerle de Osman Kavala’yı terörist ilan ettiği görülmüyor mu? Bu durumda acaba hala yargıya talimat verme-vermeme tartışmasının bir anlamı kalmış mıdır?

Yargıdaki çarpık işleyiş daha ne kadar görmezden gelinebilir?

Osman Kavala dosyasının içeriğine hiç girmeksizin, bu davada yaşanan usulsüzlüklere hiç değinmeksizin şu vurguyla sözümüzü bitirelim: Sorun Osman Kavala sorunu değil, Türkiye’de yargının kronikleşen bir şekilde hukuktan uzaklaşması sorunudur.

Bu acı gerçekle yüzleşmek, bu sorunu tartışmak yerine tali gündemler, tartışmalar açarak yargı meselesini, yargıdaki kanamayı örtmeye kalkmak günü kurtarmaya çalışırken yarını, daha doğrusu geleceği heba etmek demektir. En kötüsü de bu tutum yargıdaki çarpık işleyişi, sistematik hale gelmiş hukuksuzlukları, adaletsizlikleri içselleştirmek anlamına gelir ki, bunun vebali hiçbir şekilde ödenemez!