Doç. Dr. AHMET YILDIZ / Star
19. Yüzyıl liberalizminin kendi kendini yönetebilme kapasitesine sahip yeterli nüfusu bulunan etnik toplulukları ulus olma liyakatine sahip olarak görmesi, bunun dışındaki etnik toplulukların, dilleri ve (sözlü) edebiyatlarından başka “sert” gücü bulunmayan toplulukların yok edilmesi, sürülmesi ya da hakim kültüre asimile edilmesiyle sonuçlandı. Dahası, bu durum bir “ilerleme” hamlesi olarak görüldü.
Osmanlı devletinin de “modernleşme” sürecinde yani Batılı emperyal güçlerin kolonisine dönüştürülmesinde ulus devlet ideolojisine vücut veren milliyetçiliğin önemli rolü oldu. Balkan toplulukları bu şekilde koptu. İslami asabiyetin varlığını sürdürdüğü, milliyetçi asabiyetin henüz nüfuz edemediği Müslüman topluluklar ise Hilafetin birleştiriciliğinde etnik milliyetçi dalganın dışında kaldılar. İngilizlerin halifelik vaadiyle harekete geçirdiği Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in ayaklanması mevzii kaldı; tüm Arapları içermediği gibi akamete de uğradı. Tek istisna çoğunluğu Müslüman olan Arnavutluk oldu. İttihatçı elitin ilk iktidar dönemlerindeki Türkleştirme politikalarının reaktif sonucu Arnavutların Osmanlı devletinden kopmasıydı.
Osmanlı devletinin ittihad-ı İslam (İslamcılık) siyaseti esas itibariyle mülkün bütünlüğünü koruma ve bekasını sağlama hedeflerine matuftu. Bunda kısmen de başarılı oldu. İslamiyet kabile asabiyetinin sürdüğü bir kültürel coğrafyada, aynı Allah’ın yarattığı, O’nun rububiyetinin vücut verdiği etnik tehalüfü, bir “ayet” olarak değerlendiriyor, tüm müminleri her türlü farklılıklarını aşarak kulluğun eşitleyici kardeşliğinde buluşturuyordu. Selman-ı Farisi bu yüzden Selman ibn-i İslam oluyor ve manevi ehl-i beyte dahil ediliyordu. Habeşli bir siyahinin müminlere emir olmasında artık bir beis yoktu. Allah’ın kulları O’nun çağrısının etrafında kardeş oldu.
Bu kardeşliği Ümeyyeoğullarının cahiliye asabiyetini diriltmeleri bozdu. Şuubiyye hareketi Fars asabiyetini tetikledi ancak etnik asabiyet hiçbir zaman İslami bağlanmanın önüne geçmeyi başaramadı. Modern milliyetçiliğin bir parçası olduğu sekülerleşme sürecinde ise dini bağlanma geriledikçe, etnik-milliyetçi bağlanma öne çıktı. İslamiyet’in dem ve damarlarına işlediği, diyanet, cesaret ve sadakatin sembolü olan Kürtler, Osmanlı dairesinden çıkmayı hiç düşünmediler. Seküler Kürt entelijansiyasının Sevr sürecindeki girişimleri, 1926’da Kemalist rejim tarafından zulmen asılacak olan Şeyh Ubeydullah-ı Nehri’nin oğlu Seyyid Abdulkadir ve Bediüzzaman’ın da içlerinde bulunduğu Kürt kanaat önderlerinin Osmanlıdan koparak oluşturulacak bir Kürt siyasi taazzuvuna muhalefet etmesi sayesinde akim kaldı.
Hilafetin kaldırılması, Kürt milliyetçi hareketinde liderlik değişimine paralellik arz etti. Bir taraftan hilafetin kaldırılması, öte yandan Kürt milliyetçi hareketinde seküler milliyetçi aydınların öne çıkması, Kemalizmin Kürtlerin varlığını yokluğa irca etme politikalarıyla birleşince, çığ koptu.
Bugünkü Kürt milliyetçi hareketi, Kürtleri özellikle kadınlar ve gençler üzerinden sekülerleştirip dönüştürürken, Kürt İslamcıları da yeniden Kürt milliyetçi hareketinin önemli ancak “edilgen” aktörleri haline geldi.
İslamcılık siyaseti Müslümanlık ortak paydasında Kürtleri de sosyo-politik asabiyetin ana unsurları içinde görmekteydi. Kemalist Cumhuriyet hakim millet anlayışına dayalı bu asabiyet anlayışını sözde-Türklük üzerinden sekülerleştirirken, henüz milli bilinci oluşmamış etnik bir topluluk olarak Kürtleri ve seküler-milliyetçi, yer yer ırkçı bir tasavvura sahip Kürt siyasi ve toplumsal elitini sistem dışına itti. Şehirleşme ve sekülerleşmeyle birlikte demokratikleşmenin de ivme kazanmasıyla kısmen serbest bir kamusal alanın teşekkülü, solun dölyatağında gelişen Kürt milliyetçi hareketinin zaman içinde ayrışması ve nihayet PKK’nin silahlı mücadelesi sonucunda Kürt milliyetçi bilincinin kitleselleşmesi sonucunu doğurdu.
Bugün artık Türkiye’de milliyetçi parametreler üzerinden kendisini tanımlayan, siyasi sistemin buna göre reorganize edilmesini talep eden güçlü bir Kürt milliyetçi hareketi var. Bu hareket karşısında, Kemalist asimilasyon politikalarının sağladığı başarı, ironik olarak, siyasal düzeyde Kürt milliyetçi bilincini yeşertmiş durumda. Bu milliyetçi bilincin alacağı muhtemel siyasi biçim iki ana eksende tecessüm ediyor. Birinci eksen, Kürtlerin yaşadığı diğer coğrafyalardan farklı olarak Türklerle önemli ölçüde iç içe geçmesi, dini ve tarihi ortaklıkların güçlendirdiği kültürel yakınlık ve nihayet sosyo-politik ve ekonomik çıkarlar ışığında “boşanmak” yerine bu ilişkiyi simbiyotik bir ilişkiye dönüştürmeyi öneren “adem-i merkeziyetçi” yaklaşımdır. Kürtlere ve Kürtçeye anayasal statü tanınması ile idari-siyasi ademi merkeziyetçiliğin terkibine dayalı bir yönetim anlayışı bu eksenin unsurları olarak öne çıkıyor. PKK bu çizgiye yakın görünmekle birlikte totaliter bir anarko-komünizmi savunduğu için gerçekte bunun çok dışında ve uzağında. İkinci eksen ise, PKK’nin anarko-komünizmi yerine ulus devletçi önermeleri öne çıkaran milliyetçi-bağımsızlıkçı yaklaşım olarak tebeyyün etmiş durumda.
İkinci eksenin aktörleri arasında “Kürt İslamcılarının” varlığı dikkat çekici. Önceleri mahcup, şimdilerde ise güçlü bir şekilde HDP ile eklemlenen ve PKK’yi meşru bir siyasi aktör olarak gören Kürt İslamcılarının -HüdaPar hariç- Türkiye’deki İslami hareketin bütününe yönelttiği eleştiri, “İslam kardeşliği” söyleminin mülkün bütünlüğü ve bekasını esas alan ittihad-ı İslam siyasetinin bir türevi olduğu iddiası. Bu çevrelerin Kürt “meselesine” ilişkin olarak kendilerini konumlandırdıkları moral zemin ise bütünüyle ulus devletçi önermelerin mutlaklığına dayanıyor. Bunları sorgulamak yerine olduğu gibi kabul eden bu çizginin savunmacı psikolojisini besleyen unsur ise “Türk İslamcılığı”nı tarihdışılaştırarak bir öcüye dönüştürmeleri ve Müslümanlığı sosyo-politik varoluşun temeli olmaktan çıkarıp, Bediüzzaman’ın deyimiyle, “milliyet toprağına” dikmeleri.
Ümmetin yetimi olmak!
“Ümmetin yetimi” olmanın intikamını ulus devletçi önermeleri mutlaklaştırarak aldıklarını düşünen Kürt İslamcılarının “adalet” kavrayışının da ulusallaşması, “Türk İslamcılığına” atfettikleri tüm arazlarla fazlasıyla malul hale geldiklerini gösteriyor. Farsların milli gururları “çöl bedevilerinin” getirdiği İslamiyet üzerinden “incindiğinde” buna şuubiyye hareketiyle karşılık vermiş, bu da onların İslam’la mesafesini arttırmıştı. Kürtler, Kemalizmin ve PKK’nin taşıyıcılığını yaptığı sekülarist dalganın ağır darbelerine rağmen, İslam’a güçlü bağlılığını sürdürüyor. Geçmişte de İslam medeniyetine büyük katkılarda bulunmaları, onları herşeyi “Şeriatın mizanıyla” tartan bir halk haline getirmişti. Kemalizm’e ve “Türk İslamcılığına” muhalefet ederken ortaya konan milliyetçi reaksiyoner tavır ise, Müslümanları birbirine bağlayan “nurani zincirleri” göz ardı etmekte, onları “milliyeti mabud ittihaz edinen” kümenin bir parçası haline getirmektedir.
Başkalarının hataları bizim hatalarımız için özür oluşturmaz. “Biraz da biz ölelim” mantığı, mülkün tamamiyeti anlayışı açısından değil, mümin olma duruşunun tazammunları açısından gayrımeşrudur. İtibari olana vücut rengi vererek, etnik milliyet bağına asliyet atfederek, adalet inşa edilemez. Müminler birbirlerine “yabani” olarak bakamaz. Milliyet perdesini vücudun yerine ikame edemez. Kemalist milliyetçiliğin panzehiri “Apoist” ya da diğer tür milliyetçilikler değil, doğrudan milliyetçiliğin sunduğu sosyo-politik tasavvurun reddidir. Aynı Allah’ın huzurunda saf tutanlar, Malcolm’u siyah ırkçılığından vazgeçiren sırrı hayatlarına ab-ı hayat yapmak zorundadır. Milliyetçilik dolmuşuna binenlerin İslam’dan behresi nedir? İşte Türkiye, işte İran, işte Arabistan... Buna yeni bir milliyetçi halkanın eklenmesi, velev ki haklı da olsa, varoluşsal durumumuzu tevhid ekseninde nasıl tecdit edecektir?
Tüm milliyetçi Müslümanları, “milliyetçilik” tuğyanından uzaklaşarak ihlasla “fıkhetmeye” davet ediyorum.