‘Milli heyecanlar’ meselesi

Orhan Miroğlu

Açılım tartışmaları bir kez daha gösterdi, bu toplumun korkuları çok derin.

Böyle oluyor demek.

Birbiriyle savaşarak, didişerek, mücadele ederek çeyrek asrı devirmiş halkların korkuları, gün geliyor hakikatin önüne geçebiliyor, ve tam da barışı inşa ederek geleceğe bakmak söz konusuyken, bu korkular başa bela oluyor.

Kürtlerin ve Türklerin; birlikte hapsedildikleri tünelin karanlığından, aydınlığa uzanan o beyaz ışık görünmeye başladıkça, korkuları yeniden depreşti.

Bu korkuların tabii ki beslendiği iki farklı ulusal psikoloji var Türkiye’de.

Bunun temel sebebi ise, 25 yıllık şiddet pratiğidir.

Kürtler, devletin her seferinde onları aldattığını düşünüyorlar ki, haksız değiller.

Bu aldatmanın öyle onur kırıcı tarihî anları var ki, romanlara, filmlere konu olur.

Kürt direnişinin önderlerinden Şeyh Said’in, ona vaat edildiği gibi, Hınıs’ta kuzu çevirmek yerine darağacına gönderilmesi, ve Seyit Rıza’nın oğluyla birlikte idam edildiği o kısa zaman anları hatırlandığında, insanın yüreğine dağ gibi bir ağırlık çöker.

İsyanlar, darağaçları, katliamlar hiçbir şeye kâr etmedi. Cumhuriyetçi elitler neye inanıyorlarsa onu Kürtlere de toplumun diğer kesimlerine de kabul ettirmeye çalıştılar. Kürtler, Cumhuriyet kurulur kurulmaz yok sayıldılar. Dilleri kültürleri asimile edildi. Türkleştirilmek istendiler.

Oysa başından beri Kürtlerin talepleri kendi kendilerini yönetmek ve dillerini serbestçe kullanabilmekti. Dünya yüzyıl içinde, bu konuda sayısız deneylerle zenginleşirken, karşılıklı saygı ve birarada yaşama kültürü dünyanın dört bir yanında bin bir çiçekli bahçede açan rengârenk güller misali açılıp dururken, Kürtlerin bu bahçeye girmeleri, bu bahçenin içinde kendi dilleriyle konuşmaları yasaklandı.

Tanınma talepleri görmezlikten gelindi.

Geçenlerde bir dostla söyleşirken bana bir anekdotu hatırlattı. Yeni Ortam gazetesinin çıktığı yıllar.

Gazetede “Doğu Halkı” diye bir ibare geçtiğinde bu “Doğu halkı” biziz diye, bizden söz ediliyor diye sevinirdik.

Sonra “bizden daha fazla söz edilsin” diye ne işler olduğunu herkes az çok biliyor bugün. Tekrar tekrar yazmaya gerek yok.

Önce komando zulmüne karşı Hawar –İmdat istedi Kürtler, feryat edip durdu.

Şimdi Êdi Besê –yani Artık Yeter diyorlar. Bütün bu dönemlerde Kurdara Azadi ortak ve benimsenen bir slogandı. Ama siyasi bir hedef olarak “Biji Kürdistan” –Yaşasın Kürdistan-sloganı zaman zaman duyulmuş olsa bile, bunun işe yaradığını söyleyemem.

Kürtler bu slogana siyasal tavır belirleme anlamında itibar etmediler. Sebepleri bu köşeye yazılamayacak kadar çok.

Ve geldik bugüne.

Kürtlerin elinde silah var ve 25 yıldır dağlardalar.

Bu savaş uğruna ödenen bedelleri daha yeni konuşmaya başladık.

Üstelik, ne bu savaşa ait bir tarih var elimizde ne de acıyı ve yası paylaşmayı olanaklı kılan imkânlar.

Sadece PKK ve PKK için dağa çıkan insanlar değil, ama Kürtler bugün bir bütün olarak devlete karşı güvensiz.

Bunu biliyoruz en azından.

Bu yüzden belki, PKK, günahları ve sevaplarıyla, yeniden inkâr ve imhayla karşı karşıya kalmamak için, Kürtler tarafından, varlığı korunması gereken bir ulusal hareket gibi görülüyor.

Bu sürecin kesintiye uğraması Türkiye için, hepimiz için bir felakettir.

Ama kesintiye uğramaması için de Kürtlerin sesine kulak vermek lazım. “Pazarlık yapmayın, bizimle müzakere edin” diyorsa Kürtler, bunun nedenleri üzerinde düşünmek ve hakkını vermek lazım.

Bu noktada, “silahsızlanın sizi affedelim” gibi bir çıkışın, ya da teklifin faydası yok.

Bir gün affedilmek için dağa çıkmadı Kürtler.

Kürt sorununu en iyi bilen dostlarımızın bile İçişleri Bakanı Sayın Beşir Atalay’ın bulunduğu toplantıda Öcalan’ın hapislik koşulları düzeltilirse, Kürtler bir şey istemez diye kanaat belirtmeleri, bu konudaki yanılgıların başında geliyor.

Öcalan’ın koşullarını düzeltebilir, hatta serbest bırakabilirsiniz. Ama eğer Kürtlerin taleplerini karşılamazsanız, bu özgürlüğün Öcalan’a, faydası olmaz.

Bu kanaate sahip olanlar, PKK’yi siyasi varlığının dışında, kriminal bir örgüt gibi, hatta şu şu işleri yapan bir holding gibi görüyorlar ki, bu daha da vahim. Böyle bir inancın varacağı yer, Türkiye’de Kürt sorunu diye bir şeyin olmadığıdır.

Açılım süreci, tabii ki, farklı fikirlerin toplumla paylaşılması bakımından önemli fırsatlar yaratıyor. Bir müzakere sürecinden geçtiğimiz söylenebilir. Her şeyi tartışmada yarar var. Savunduğumuz farklı fikirleri, ancak diyalog ve uzlaşma iklimi korunabilirse seslendirmemiz mümkün olabilir.

Hiçbir fikir saklı kalmamalı, açıkça savunulabilmelidir.

Korkuları aşmanın, ortak noktalarda buluşmanın başka bir yolu yok.

Bir kısım Türkler, Kürtlerin aslında bağımsız devlet istediklerini, ne kadar hak verirseniz verin hiçbir şeyin Kürtleri kasıp kavuran bu milliyetçi heyecanları tatmin etmeyeceğini söylüyorlar.

Külliyen yanlış. Hem böyle bir şey mi olmuş? Tarihin bir vaktinde, Kürtler hak kullanmış da bu haklar bize yetmez devlet istiyoruz mu demişler?

Kürtler bugün hiçbir şeyin onları memnun etmeyeceği milliyetçi heyecanların içinde değiller.

Milliyetçi heyecanlar gün gelir durulur, yerini realiteye bırakır.

Ve bu süreç, Kuzey Irak’taki seçimlerin de gösterdiği gibi çok kısa bir zamanda, toplumun farklı demokratik dinamiklerle buluşma arzusuyla yer değiştirir.

Eğer böyle olmasaydı, Goran Hareketi, muazzam bir mali bütçesi olan (yılda 35 milyon dolar kadar), lideri Irak Cumhurbaşkanlığı makamında oturan YNK’yi kendi seçim bölgesinde yenilgiye uğratabilir miydi?

Kıssadan hisse şu ki; bugün Türkiye Kürdü olmak, kanaatimce “Kürdistani” olmaktan çok daha önde gelen bir “milli heyecan.” Ve Kürtler öyle arkaik milli heyecanlarla kasıp kavrulan bir halk değil; kaderlerini Türkiye’de Türklerle birlikte yaşayacakları gerçek bir demokraside arayan ve ulusal heyecanlarını da umutlarını da buna bağlamış bir halktır.

Kürtlere “Ayrılmak istiyor musunuz” diye bir soru sormanın yeri de değil, zamanı da.

Kendi payıma, kalan ömrüm içinde, Türkiye’nin de Kürtlerin de böyle bir soruyla karşı karşıya kalacağını hiç zan etmem

Ne yapayım benim de böyle bir fikri sabitim var işte.

TARAF