Milliyet, millete ait olmayı ifade eder, milliyetçilik ise bu aidiyeti, dinin de önüne geçirerek bir dava, bir ideoloji haline getirmektir. Kur'an-ı Kerim millet kelimesini bugün meşhur olan “ulus, etnik birliğe dayalı toplum” manasında değil, din manasında kullanır. İslam etnik aidiyete ve bu aidiyetin İslam ile çatışmayan özelliklerini/değerlerini korumaya karşı değildir, onun karşı olduğu husus “ümmet birliğini ve din kardeşliğini bozan veya ikinci plana atan milliyetçilik”tir. Bu hükümleri kutsal kaynaktan görelim:
Sen onların milletine (dinlerine) uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır. De ki: “Asıl doğru yol ancak Allah'ın yoludur.” Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır.(Bakara:120).
Parantez içinde “din” diye çevirdiğimiz millet kelimesi, “Allah'ın, peygamberleri aracılığıyla insanlara bildirdiği, onları Allah'a yakınlaştıran yol; dinî ilkelerin ve kuralların bir toplum tarafından benimsenip gelenekleştirilmiş şekli” anlamına gelir.
Milletin din manasında kullanıldığının en açık örneği Yusuf suresindeki şu âyetlerdir:
“Yûsuf şöyle cevap verdi: …Şüphesiz ben, Allah'a inanmayan, aynı zamanda kendileri âhireti de inkâr etmekte olan bir kavmin milletinden uzaklaşıp geldim. /Atalarım İbrâhim, İshak ve Ya'kub'un milletine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah'ın bize ve insanlara olan lutfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler”(Yusuf: 37-38).
Peygamberimiz (s.a.), gerçek bir elçi sıfatıyla bütün insanlar için bir rehber, bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiş olmasına rağmen, Medine'deki Yahudiler tam bir taassup ve tutuculukla Hz. Peygamber'e ve İslâm'a karşı tavır almışlar; ona ve onun getirdiği yeni dine uymaları ve bu dinin gerçekleştirdiği yenilikleri benimsemeleri gerekirken, tam tersine Peygamber kendi dinlerini benimsemedikçe ondan asla hoşnut olmayacaklarını ortaya koyan bir tutum sergilemişlerdir. Fakat Allah nezdinde önemli olan, şu veya bu kişi ya da zümrenin hoşnutluğunu kazanmak değil, hidayet üzere olmak, doğru ve kurtuluşa götüren yolu izlemektir. Bu yol ise Allah'ın yoludur; O'nun bildirdiği iman esaslarını, ibadet ve hayat tarzını benimseyip yaşamaktır. Bunlara dair bilgi geldikten sonra, yani Allah Teâlâ resulüne vahiy yoluyla hak dini ve onun esaslarını bildirdikten sonra artık Yahudilerin veya Hıristiyanların arzularına uymak, İslâm'la bağdaşmayan inanç, ibadet ve hayat tarzlarını benimsemek mümkün değildir; bunu yapan bir kimse Allah'ın dostluğunu ve yardımını da kaybetmiş olur.
Yahudilerle Hıristiyanların, kendi dinlerine uymadıkça Müslümanlardan memnun ve hoşnut olmayacakları yönündeki Kur'ân-ı Kerîm'in bu tespiti, tarihî olarak da ispatlanmış bir gerçektir. Müslümanlar kendi topraklarındaki Ehl-i Kitab'a karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta her zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, Müslüman İspanya'nın (Endülüs) işgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm ülkelerinde Yahudi ve Hıristiyan yönetimler Müslümanlara karşı çok zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir. Ayrıca Hıristiyan Batı dünyası, Macarlar gibi Hıristiyanlaşmış Türkler'i benimsediği halde Müslümanlığını korumuş Türkler'i hiçbir zaman dost olarak görmemiştir. Hıristiyan dünyanın diğer Müslüman milletler, hatta Hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki tutumu da bundan farklı değildir.
Bütün bu tesbitler Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davranışlara kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en başta Kur'ân-ı Kerîm'in öğretisine aykırıdır. Zira Kur'an, Müslümanlara bir taraftan, “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvâya daha uygundur” (Mâide 5/8) derken, diğer taraftan da üzerinde durduğumuz âyette görüldüğü gibi, “Eğer sana gelen ilimden (vahyin ortaya koyduğu gerçeklerden) sonra onların arzularına uyarsan, bilesin ki artık Allah sana ne dost ne de yardımcı olacaktır” der. Şu halde Müslümanlar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergilemekten sakınmak; İslâm'ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüstlük ve adalet gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle desteklenen bir kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme iradesini en verimli biçimde harekete geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır.
Yeni Şafak