Bir bütün olarak hayatı şükür ve sabır üzerine kurabilirsek ne mutlu bize. İşte rahmet ve mağfiret için büyük bir vesile olan bir Ramazan ayını daha oruç ve namazla, dua ve sadakayla, tevekkül ve teşekkürle geçirip bayrama ulaştık. Bayramlar kendi başına sevineceğimiz zamanlar değil. Bilakis ne kadar çok insanı sevindirebilirsek ondan çok daha fazlasıyla Rabbimizin kadar rahmet ve mağfiretine nail olacağımız günlerdir.
Ramazan ve Kurban bayramları insanların, toplumların, devletlerin icad ettiği, uydurduğu geleneksel veya modern bayramlara, festivallere, şölenlere, törenlere benzemez. Çünkü Alemlerin Rabbi, yerlerin ve göklerin yegane hakimi, yaratıp yaşatmada olduğu gibi öldürüp diriltmede de eşi benzeri, ortağı olmayan Allah-u Teala’nın sevinç ve coşku kaynağımız olan lütuflarından biridir.
Sevincin Coşkusu ve Muhasebesi
Bayram bütün zorluk ve sıkıntılara, yokluk ve kayıplara rağmen sadece ve sadece Allah’a tevekkül ederek sevinmeye, sevindirmeye, ümit etmeye ve ümit olmaya azmetmektir. Sevinmek ve sevindirmek için Allah-u Teala’nın üzerimize olan sonsuz nimetlerini hatırlamaktır, hatırlatmaktır bayram. Şeytan ve dostları tarafından işlenen zulümlere karşı mücadele azmini takviye etmek, heva ve nefsin vesveselerine boyun eğmeden takva ve ihsanı sarsılmaz bir karakter edinmektir. Bu yönüyle bayramlar düşünce ve duygularımızı, söylem ve eylemlerimizi sağlam bir biçimde muhasebeye çekme vakitleridir.
Hangi milletteniz? Kur’an-ı Kerim’in öğrettiği ve emrettiği gibi millet-i İbrahim’deniz hepimiz. Kimin ümmetiyiz? Yine Kur’an-ı Kerim’in öğrettiği ve emrettiği gibi ümmet-i Muhammed’iz hepimiz. Kimi, nasıl seveceğimizi de kimlere karşı niçin ve ne kadar öfke duyacağımızı da bize dinimiz açık ve net olarak öğretmektedir. Zalimleri, kâfirleri, fasıkları, mücrimleri, münafıkları asla ve kat’a sevemeyiz, koruyup kollayamayız, hayır ve şükranla anamayız. Bunlar aynı etnik ve mezhebi kimliğe mensup olmaktan öteye bizzat babamız, annemiz, eşimiz, öz kardeşimiz veya çocuğumuz olsa bile imana karşı küfrü tercih ettikleri için içimizde onlara karşı en küçük bir sevgi, saygı, minnet duygusu taşıyamayız.
İman-küfür sınırı ne keyfi bir tercih ne de muğlak-müphem bir sahadır. Mü’minleri Allah için sevmek, koruyup gözetmek de benzer bir biçimde iman-küfür sınırına dair göstergelerden belirlenir. Mü’min kardeşlerimizi yani millet-i İbrahim’i, ümmet-i Muhammed’i sevip, gözetip kollama emri etnik veya mezhebi kimliğe, coğrafi sınırlara, dil ve kültür ortaklığına indirgenemez.
Kelime ve kavramlarımıza, kaynak ve hedeflerimize çok dikkat etmeli, olabildiğince hassas davranmalıyız. Namaz kılıp oruç tutarken, dua edip sadaka verirken, nikâh ve cenaze merasimlerimizi yaparken nasıl ki İslami literatürü merkeze alıp Allah’ın rızasını hayatımızın gayesi haline getiriyorsak hayatımızın diğer sahaları için de duruş ve tutumumuz aynı olmalıdır. Mümin gibi namaz kılıp sosyalist gibi, liberal gibi, milliyetçi gibi ticaret, siyaset, diplomasi yapılır mı? Yapılırsa o namazdan gaflet edilmiş olmaz mı?
Oruç tutarken muttaki, sadaka verirken muhsin, sıla-i rahim yaparken muhlis olacağız elbette. Fakat müminlerin ana karakterleri olan muttaki muhsin ve muhlis gibi düşünüş ve davranış modellerini bir tarafa bırakıp siyasal ve toplumsal olaylara karşı laik-seküler, sol-sosyalist veya milliyetçi-ulusalcı perspektif, söylem ve kimlikle yaklaşırsak kendimizi inkâr etmiş olmaz mıyız? Bir taraftan Allah’ın rahmet ve mağfiretine talip olacağız ancak diğer taraftan da Allah’ın sakındırdığı, gazabını celbedici tutumlara sarılacağız, olacak iş değil.
Allah’ın Çizdiği Sınırlar ve Diğerleri
Dinimiz İslam, kitabımız Kur’an, rehberimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (a.s.), değil mi? Peki, bu din bize şu ya da bu kavim için “damarlarında asil kan dolaşır, necip-üstün bir kavimdir” gibi bir yol mu çiziyor? Yoksa bizzat biricik önderimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (a.s.) kelimeleriyle ahlaki ve hukuki açıdan şöyle evrensel bir mesaj mı veriyor: “Ey İnsanlar! Şunu iyi biliniz ki Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyaz tenlinin siyaha, siyah tenlinin de beyaza bir üstünlüğü yoktur.” [İbn Hanbel, V, 411]
Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed Mustafa tekrar tekrar etnik köken, ırk, aile, kabile, sosyal sınıf, renk, dil gibi ayrımların üstünlük vesile olamayacağını beyan ediyor. Bu gibi vesileler üzerinden ayrışma, çatışma ve üstünlük yarışına girmenin dalalet, sapkınlık ve azgınlık olduğunu defaatle vurguluyor. Hidayet ve sıratı müstakim vahiy ve risalete tabi olanlar içindir. Hidayet isteyen, sırat-i müstakim arzulayan, Allah’ın rızasını umanlar milliyetçilik-ulusalcılık yarıştırıp cehalet bataklığında boğulmaya talip olmazlar.
Allah’a ve Resulü’ne iman edenlerin hemen tamamı kardeşimizdir, hangi etnik ve coğrafi kimliğe, hangi dil ve kültüre ait olursa olsun. Allah ve Resulü’nün çizdiği sınırlara savaş açanlar, o sınırları tahrif ve tahfif edenlerle aramızda kardeşlik ve velayet bağı olamaz, aynı etnik ve coğrafi kimliğe, aynı dil ve kültüre sahip olsak bile. Mesela şu ikaza dikkat edelim; Ebu Said’den rivayet edildiğine göre Muhammed Resulullah şöyle buyurmuştur: “Sadece müminle arkadaş ol. Yemeğini de ancak takva sahibi olan yesin.” [Tirmizi, Zühd, 55 – Ebu Davud, Edeb, 16]
Ebu Hureyre kanalıyla gelen bir diğer rivayette Hz. Muhammed Mustafa şöyle buyurmaktadır: “Kişi dostunun dini üzeredir. Bu yüzden her biriniz, kiminle dostluk ettiğine dikkat etsin.” [Tirmizi, Zühd, 45 – Ebu Davud, Edeb, 16] Çünkü Mücadele Suresi 22. ayeti kerimede sevgi-dostluk bahsinin iman-küfür bağlamında nereye oturduğu gayet açık olarak işaret edilir: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun babaları, oğulları kardeşleri yahut kendi soyları olsalar bile, Allah’a ve Peygamberi’ne düşman olan kimselere sevgi beslediğini görmezsin…”
Manası ve kapsamı tahrif edilen şu milletten, bu milletten değil “halilullah” olarak anılan Hz. İbrahim’in (a.s.) milletindeniz. Kimi cahiller ulusçuluk-milliyetçilik namına savaş açsalar, güya aydınlanma ve ilerleme hesabına tahkir ve tahfif etseler bile bizler Hz. Muhammed Mustafa’nın ümmeti olmakla şeref duyuyor, iftihar ediyoruz. İmanımız, İslami değer ve sembollerimizi geleneksel ya da modern, milliyetçi yahut sınıfsal hiçbir cahiliyye unsurunun gölgelemesine müsaade ve müsamaha etmeyiz. Bayramlarımız da bayramlaşmalarımız da işte bu İslami kimlik ve sembollerin doğal bir parçası, mütemmim cüzüdür.
İstanbul’dan Kudüs ve Urumçi’ye, Diyarbakır’dan Buhara ve Mekke’ye, Manisa’dan Saraybosna ve Kırım’a, Amasya’dan Şam ve Bağdat’a, Çorum’dan San’a ve Kuala Lumpur’a millet-i İbrahim’in, ümmeti Muhammed’in bayramı mübarek olsun.
Yeni Akit