Ulus-devletlerin milliyetçilik ideolojisi üzerinden ırkçılığa kayarak gerçekleştirdiği zoraki yeknesaklıkların, gerçekten de tarihsel sürekliliği olan 'milletlere' tekabül ettiğini öne sürmek bugün artık içi boş bir önerme.
Ama ulus-devletlerin devam eden kimlik politikaları bu hayali durumun gerçek olarak kabul edilmesinde ısrarlı olunduğunu gösteriyor. Çünkü milliyetçi ideoloji ve ulus-devlet yapısı, sadece farklı kimlikler üzerinde ırkçılığa varan bir tasallutu değil, bizzat o ulus-devletin kimliğine sahip insanlar üzerinde de tahakküm imkânı demek. Sahip olunan otoriter zihniyet, farklı kimliklere uygulanarak deneyim kazanmış olan bürokratik tasarrufların tüm topluma genişletilmesini ima etmekte. Böylece ulus-devletin 'sahibi' veya 'emanetçisi' konumundaki kadroların iktidar gücü tahkim olmakta, hatta yasal koruma altına alınabilmekte. Diğer bir deyişle milliyetçilik ve ulus-devlet, yönetim kadrolarının gizlenmiş bir vesayet rejimi oluşturmalarına son derece müsait...
Bu durumun sistemleşmesi iki unsura dayanıyor... Birincisi reel bir korkudur. Yönetici kadrolar toplumun gerçekte kendi tanımladıkları şekliyle bir 'millet' olmadığının farkındalar. Baskının uygulanmaması halinde toplumsal farklılaşmanın artacağını ve yeni taleplerin siyasete gireceğini biliyorlar. Bu nedenle ideolojik konuları seçilmiş sivil siyasetçilere bırakmak istemiyorlar. Çünkü sivil siyaset ister istemez bu toplumsal taleplere yanıt verecek ve buradan da farklı bir 'millet' tanımı doğacaktır. Aslında bunun tehlikeli bir yanının olmadığı öne sürülebilir. Ne de olsa toplumlar da değiştiğine göre kendilerini tanımlama biçimlerinde farklılıkların olması doğaldır. Bu durum o ülkenin bölünmesini ima etmez, ama sürekli olarak kendisini yeniden oluşturduğunu gösterir. Ancak bu bakışın gerçeği yansıtıyor olması ulus-devletin vesayetçi kadrolarını daha da korkutacaktır, çünkü toplumun kendini tanımlama gücünün olması söz konusu vesayet modelinin de bitmesi demek. Diğer bir deyişle ulus-devlet yapısı ve milliyetçi ideoloji gerçekte vesayet rejimlerinin garantörüdür.
Vesayet rejimlerinin sistemleşmesinin ardındaki ikinci unsur psikolojik karşılığı olan bir tehdit algılamasıdır. Vesayetçi rejimlerin kendi kimliklerini taşıyan insanlar üzerinde bile tahakküm oluşturmalarının doğal olarak kabul edilebilir bir yanı yoktur. Bu durumu normalleştirmek, bizzat söz konusu kimliği taşıyanların rızasının alınmasını gerektirir. Hatta daha da iyisi, bu kimlikteki vatandaşların vesayet rejimini 'talep etmeleridir'. Bugün Türkiye'de laik kesimin önemli bir kısmının darbe sürecinden rahatsız olmaması ve bunu talep etmelerinin açıklaması da buradadır. İşin püf noktası bu kesimin toplumun başka bir bölümünden gelmesi muhtemel olan bir tehdide inandırılmalarıdır. Eğer böyle bir tehdidin varlığına inanırlar ve konu ile ilgili bilgisiz olduklarından hareketle, devletin kendilerini koruması gerektiğine kani olurlarsa, vesayet rejimini de 'bilinçli' iradeleriyle destekliyorlar demektir. Böylece vesayetin 'meşrulaştığı' bir 'cumhuriyet' olmaya doğru gidilebilir...
Toparlarsak ulus-devletlerin var olma biçimleri, 'millet' olarak tanımlanan kimliğin dışındakilere yönelik bir ırkçılığa, ama aynı anda da bu kimliği taşımakta olanlara yönelik bir faşizme kayma istidadı göstermektedir. Meselenin ırkçı yönünü örneğin bugün Avrupa devletlerinden birçoğunun göçmenler karşısındaki tavrında görmek mümkün. Ama faşizm yönünün de en azından Batı'da epeyce yumuşadığını kabul etmek gerek. Yaklaşık son otuz yılda yaşanan zihniyet değişimi ulus-devletleri de ister istemez daha katılımcı ve şeffaf olmaya doğru sürükledi. Küreselleşme bu yeni açılımları standardize ederek evrensel normlara dönüştürdü. Nihayet AB gibi yeni formasyonlar söz konusu normları birer devlet yaptırımı haline soktu. Bütün bu gelişmeler gerçekte belki de hiçbir ulus-devletin çok hevesle sarıldığı şeyler değildi, ama kendi toplumları karşısında 'meşru' olabilmeleri artık bu yeni bakışın entegre edilmesini şart kılıyordı. Diğer bir deyişle devletlerin kendi toplumları nezdinde meşru olmaları artık milliyetçilikle mümkün değil... Demokrat zihniyete adapte olamayan ulus-devletler, istedikleri kadar 'milli' jargona dayansınlar bir meşruiyet krizi ile karşılaşacaklar. Hatta söz konusu 'milli' jargon bu krizi daha da azıtacak ve derinleştirecek. Çünkü devletin bu tutumu, tam da demokratlaşamadığının bir göstergesi olarak algılanacak.
Böylece bir efsanenin de sonuna yaklaşıyoruz. Resmi 'bilimsel' söylemler şu önermeye inanmamızı istemişti: Tarihi milletler yapar, milletler milliyetçilik üretir ve bu milliyetçiliğin sonucu da ulus-devletlerdir... Oysa milletlerin birer 'hayali cemaat' olduklarını artık biliyoruz. Tarihi milletler yapmıyor, çünkü milletler tarihsel olaylar sonucu bir irade tarafından 'tanımlanan' yapma kurgular. Gerçekte asıl aktör devletin, yani gücün, yani bizzat vesayetin kendisi... Bu devlet milliyetçiliği üretiyor ve milliyetçilik sayesinde de, bazı toplumsal birimler kendilerini hakikaten birer 'millet' olarak görüyorlar.
Bu ortak yanılsamanın günümüzde sürdürülmesi ise giderek güçleşiyor. Küresel dünyanın karşılıklı rüzgârları herkesi kendi kimliği üzerinde yeniden düşünmeye, araştırmaya ve kendisine verilmiş olan söylemleri sorgulamaya itiyor. Sonuç tarihin yeniden ele alınması ve milliyetçiliğin önyargılı söylemiyle yüzleşilmesidir. Bu durum 'milletlerin' manen parçalanmasını, çeşitlenmesini ve gerçek kimliklerini ararken cemaatlaşmalarını ima eder. Söz konusu değişimin ulus-devlet zihniyeti ve vesayet rejimleri üzerinde nasıl bir tehdit oluşturacağını tahmin etmek hiç de zor değil... Tam da bu nedenle devletler milliyetçiliği yeniden köpürtmeye yeltenebilir, 'milli' jargon üzerinden devletçi bir siyasetin oluşmasına çalışabilirler. Bunun bile yetmediği noktada ise vesayet rejimleri için tek yol belki de darbe yapmaya çalışmak olacaktır...
Bir ülkede devletin 'sahibi' veya 'emanetçisi' darbe yapmak durumunda kalmışsa, bu o devlet yapısının topluma 'karşı' olduğunun da itirafı demektir. Eğer söz konusu devlet bir ulus-devletse, bu durum o ülkede 'ulusun' da epeyce sorunlu hale geldiğinin işaretidir. Günümüzün zihniyeti milletlerin birer tarihsel aktör olarak 'hayali' niteliğini vurgulasa da, aynı geçmişi ve kültürü paylaşmış olan insanların ortak bir geleceği paylaşma arzusunu ortaya koyarak 'milletleşmelerinin' önünü açık bırakıyor. Bu açıdan bakıldığında 'millet' her gün yeniden oluşacak bir paylaşma ve dayanışma enerjisi ve iradesidir. Bugün bütün toplumlar kendilerini söz konusu zihinsel elekten geçiriyorlar. Bazı ulus-devletler bu sınavdan başarıyla çıkacak, ulusu yeniden yaratarak ve onu topluma iade ederek meşruiyetlerini koruyabilecekler. Kendi vatandaşlarına bile tahammülü olmayan, cumhuriyeti demokrasiyi engellemek için kullanan, toplum üzerindeki imtiyazlarını pekiştirmek için vesayet rejimi kuran ve bizzat vatandaşı inkar ederek darbeciliğe soyunan devletler ise maalesef bu yükün altında kalacaklar.
ZAMAN