Türkiye'de artık tamamen militan lâikçiliğe indirgenen Atatürkçülük perdesi arkasında ve "irtica" adı altında İslâm'a saldıranların, sürekli dile getirmekten çok hoşlandıkları sloganik iddiaları vardır: "Lâiklik temeline oturan Atatürkçülük, çağdaş olmanın da ötesinde çağı da aşan ve gelecek çağları da şekillendirecek bir niteliğe sahiptir. Çünkü o, dogmaları reddedip, akıl ve bilimi esas alır. Din ise, dogmalardan ibarettir ve her zaman çağ dışı kalmaya mahkûmdur."
Böyle bir din-Atatürkçülük karşılaştırması yapan ve karşıtlığı oluşturan bu kesimler, bir yandan "Cumhuriyetimizin bir yaşında gibi taze, bin yaşında gibi kökleşmiş" olduğunu iddia ederken, diğer yandan, bir asırdır sürekli dinin, dindarlığın geliştiği, irticaın hortladığı korku ve kâbuslarıyla ne kendileri rahat etmekte ne de başkalarına huzur vermektedirler. Düşünün ki İslâm, çölde, dağlar arasında, "ekin bitmez" bir vadide yaşayan bir kasabada tek bir kişiyle tebliğe başlandıktan 23 yıl sonra 3 milyon km2lik bir toprakta oturan bütün halklarca kabul edildiği gibi, dönemin süper güçlerinin de kendisinden çekindiği bir noktaya gelmişti. 35 yıl sonra ise, günümüz Türkiye'sinin nerdeyse 15 katı büyüklüğünde bir alana yayılmış, bu çok geniş alanda kaynaşan dinlere ve felsefelere fikrî planda galip gelerek, bu alanda yaşayan insanların tamamına yakını tarafından bir daha terk ededilmemecesine benimsenmiş, o insanların hayatına hayat olmuştu. Oysa militan lâikçilerin İslâm'ın karşı kutbuna oturttukları ve Mustafa Kemal'e izafe ederek uğrunda bizzat Mustafa Kemal'in adını riske attıkları, akıl ve bilim temelleri üzerine oturduğunu iddia ettikleri "ideolojiler"i ise, nerdeyse bir asırdır sahip bulunduğu her türlü resmî, ayrıca meselâ dünya masonlarının desteği gibi dış desteğe, büyük kuvvetlerle korunmasına, Türkiye'nin eğitim başta olmak üzere bütün resmî müesseselerini kullanmasına ve devasa medya ağına rağmen, kendisini bir türlü "din tehdidi"nden rahatta hissedememektedir. Akıl ve bilimin ışığında çağlar ötesi bir niteliğe sahip olduğunu iddia ettikleri ideolojilerinin, bir asırdır baskı altında tutulan ve her türlü güçlerce üzerine gelinen bir "dogmalar mecmuası"nın karşısında aciz kalmasının militan lâikçiler yanında artık tek bir izahı vardır: "Halk, cahildir; bilmez, anlamaz." Bundandır ki, günümüzde yaptıkları toplantılarda içlerini dışa vurmaktan, gerçek kimliklerini açık etmekten çekinmemektedirler. Onlar için demokrasinin de, cumhuriyetin de, akıl ve bilimin de birer iddiadan, içlerine zehir doldurdukları, altın suyuna batırılmış en âdî madenden yapılma birer kaptan başka bir şey olmadığı ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Din, neden bir türlü mağlûp edilememekte, neden yalnız Türkiye'de militan lâikçiler tarafından değil, dünya masonluğu ve dünya imparatorluğu hedefi taşıyan güçlerce üzerine gelinmekte ama bir türlü geriletilememektedir? Çünkü din, yani İslâm, fıtrattır. Onu tayin buyurup gönderen Zat ile, kâinatı da, insanı da, hayatı da yaratan ve hayatın kanunlarını koyan Zat, aynı Zat'tır, yani Allah'tır. Din de, kâinat da, insan da aynı manâyı taşıyan birer vahiydir. Yani din, tevhid temellidir; "Bir, ancak Bir'den çıkar" kaidesince her bakımdan birlik üzerine oturur. Bu bakımdan Din, bir açıdan kâinatı ve insanı okuma demek olan ilmin de ta kendisi olduğu gibi, onda selim akılla çatışan hiçbir şey yoktur. Üzerinde çok durulması gereken ve başka bütün gerçeklerin esasını oluşturan bu en temel "ontolojik" ve "epistemolojik" gerçek, Kur'an-ı Kerim'in bir âyetinde şöyle dile getirilir:
"Sen, her türlü şirk ve nifaktan uzak dupduru bir tevhid inancı içinde bütün varlığınla hak din olan İslâm üzerinde sabit ol. Bu Din, Allah'ın (bütün varlık ve) bütün insanlar için ortaya koyduğu ve insanı da kendisine göre yarattığı fıtrat (aslî model)dir; ona tâbi olmaları da, Allah'ın insanları yaratmaktaki gayesidir. Allah'ın yaratmasında bir değişiklik olmaz ve yapılmaz. Gerçek ve kusursuz din budur. Ne var ki, insanların çoğu bilmemektedir." (Rum Sûresi/30: 30)
Zaman