Militan akademi, militan sekülarizm militan pozitivizm kavramlarını yaygın olarak pek kullanmıyor olsak da esasen modern dönemde yaşanan sıkıntıların kaynağında bu kavramların temsil ettiği iktidar ilişkisinin ağırlıklı bir yeri vardır. Aydınlanma ve ilerleme söylemi burjuva sınıfının aristokrasi ve ruhban sınıfına karşı yürüttüğü mücadeleyi toplumsallaştırmadaki en etkili silahları arasındadır. Fakat bu etkili silah aynı süreçte Batı dışı toplumlara karşı yürütülen sömürgeleştirme faaliyetlerinin de muharrik unsuru olmuştur.
İttihat ve Terakki’yle birlikte Osmanlı coğrafyasında da bilim-akademi militan düzeyde pozitivizmi, sekülerizmi, ulusal kimliği temsil etmeye başlamıştır. Kemalist Cumhuriyet’le beraber akademinin rolü devlet imkânlarıyla toplumu terbiye etmek, yukarıdan aşağıya ve hızla gelenekten koparıp modernleştirmek ve Batı’yla entegre etmek misyonuyla tescillendi. Bugün kaçıncısının yayınlandığını, hangi akademisyenler tarafından imzalandığını saymaktan yorulduğumuz bildirilerin de bu sürecin bir devamı olduğundan şüphe yok. Peki, bu bildiri seferberliğine soyunmuş akademisyen, sanatçı, aydın sınıfına karşı toplum ve siyasetin alacağı pozisyon nasıl olmalıdır?
Etkisi Eriyen Sınıf
Bin 128 akademisyen tarafından imza edilip kamuoyuna deklare edilen ‘barış’ bildirisi ‘suça ortak olmayacağız’ sloganıyla çıktı kamuoyunun karşısına. Bildiri özetle devleti (esasen hükümeti) katliam ve tehcir yapmakla, Kürtlere ve bölgedeki diğer halklara karşı savaş suçu işlemekle suçluyordu. Konjonktürel olarak imzacı akademisyenler artık sadece HDP’yi değil alenen PKK’nın özyönetim ilanlarına eşlik eden şehir savaşlarını arkalamaya soyunmuşlardı. Öyle ki mayınlı hendekler üzerinden tırmandırılan PKK’nın alan hâkimiyeti savaşını masum ve meşru bir mücadele olarak resmederek asker ve polisi işgalci ve katliamcı olarak nitelemeye girişmişlerdi. Söz konusu olan şey hak ihlallerini, yanlışları, suçları eleştirmek değil doğrudan doğruya kamusal alanda asayişin teminine yönelik tedbirleri cürüm olarak nitelemekteydi.
Bildiride imzası bulunan akademisyenlerin bir kısmı liberal, bir kısmı ulusalcı, diğer bir kısmıysa sol-sosyalist karakterdeydi. Lakin onları bir araya getiren şey HDP ve PKK’ya olan dostluktan ötede seyrediyor. Temelde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu tarafından temsil edilen siyasal çizgi ve toplumsal desteği tasfiye etmek ortak noktasında buluşuyorlar. Bu misyonları görülmeyecek gibi değil. Zaten bu rolleri münasebetiyle yaygın bir toplumsal destekten mahrumlar.
Hepimiz iyi biliyoruz ki Türkiye’nin yakın tarihi rektörlerin yürüyüşüyle, profesörlerin ültimatomlarıyla, aydın ve sanatçıların darbe çağrısıyla dolu. Üniversiteler, aydın ve sanatçılar tıpkı sermaye, yüksek yargı, medya gibi doğrudan veya dolaylı olarak Kemalizm’in saflarında mevzilenmişlerdir. Askerin geri çekilmeye mecbur kaldığı, riskleri büyüyen sermayenin daha bir evcilleştiği, yüksek yargı kalelerinin çöktüğü bir vasatta tek tek akademisyenlerin ‘uç beyliği’ olarak öne çıkıyor oluşu gücün değil güçsüzlüğün göstergesidir. AB’nin mülteci krizi dolayısıyla Türkiye’ye yeni fasıllar açmak mecburiyetinde kalışına bağlı olarak Avrupa basınındaki yıpratıcı haberlerin azalması burada birilerinin omuzlarına düşen sorumluluğu arttırmış durumda.
Siyaset Neden Sükut Suretinde?
Görüldüğü üzere PKK’nın tırmandırıp yaygınlaştırdığı şiddete ümitlerine bağlayan sadece Rusya, İran ve Esed rejimi değil. İlaveten akademinin bu süreçte hendek kazma, barikat kurma, mayınlı tuzaklar kurma hatta bombalı araçlarla saldırılar tertiplemesi üzerinden Hükümeti vurma, zaafa düşürme ve nihayet tasfiye etmesine bel bağladıkları ortada. Ancak bildirinin cümle cümle kamuoyuna izah edilmesi gerekiyor. İmzacı akademisyenlerin soyundukları rolün siyasal kavramlarla sakin sakin tartışılması icap ediyor. İhanet, alçaklık, yerli ve milli değiller gibi tanımlamalar yerine siyasi literatürden uygun sıfatların seçilmesi hem daha doğru hem de daha faydalıdır.
Akıl ve ahlak dışı şiddeti öven hatta bu türden bir şiddete ümit bağlayan akademi dünyası öncelikle işgal ettikleri gayrı meşru pozisyonlarıyla teşhir edilmelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sert eleştirileri sonrasında kimi savcıların hızla harekete geçip gözaltılı soruşturmalar açması hem usulen hem de sonuçları itibariyle yanlıştır.
Akademide bütün bu çirkinlikler olurken YÖK Başkanı Yekta Saraç’ın ne sesini duyuyor kamuoyu ne de resmini görüyor. O da Ancak Cumhurbaşkanı konuştuktan sonra devrede. Aynı durum Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı ve Kültür Bakanı Mahir Ünal için de geçerli. Siyaset ve topluma yönelik tehditleri görmek ve deşifre etmek konusunda hemen bütün siyasi aktörlerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gölgesinde kalmış olmaları ciddi bir sorundur. Cumhurbaşkanı Erdoğan görmezse, itiraz etmezse, kınamazsa sorun yok mu? Bu kadar ‘sükût’ siyasal manada dil problemine değil sorumluluk problemine işaret etmez mi?
Akademisyenler faşizme karşı değil faşizm adına mücadele ediyorlar. Despotizme bertaraf etmek için değil Batıcı seküler despotizmin tekrardan tahkim edilmesi için kaos oluşturmanın peşinde koşuyorlar. Ordu’ya darbe yaptırarak neyi hedefliyorlardıysa PKK’nın özyönetimlerinin arkasında durarak aynı şeyi hedefliyorlar. Militan akademi kaostan düzen kurmaya, şiddetten barış sağaltmaya soyundu. Ancak bu sefer öncekilerden daha fena tosladı duvara.