Mehmet Akif Koç / Karar Görüşler
Bir eski zaman âliminin ardından: Hocam Prof. Dr. Mikail Bayram’a veda
Bu yazı biraz kişisel bir veda yazısı olacak, okuyucuların affına sığınıyorum.
Cuma sabahı (2 Ağustos) erken bir vakitte telefonum çaldı. Pof. Dr. Mikail Bayram Hoca’nın oğlu Ömer Faruk Bey’di arayan. Yüreğim ağzımdaydı, açamadım önce. Çünkü her an bir kötü haber bekliyordum Hoca’nın ailesinden. Durumu kötüleşirse muhakkak haber vermelerini istemiştim birkaç hafta önceki son ziyaretimde.
Başta açamadım telefonu, bir iki dakika kendimi toparladım. Hoca’nın farklı dillerdeki kitaplarla ve eski el yazmalarıyla zengin kitaplığını bir üniversite kütüphanesine bağışlama niyeti vardı, bir süredir onu takip ediyorduk kendisi ve ailesiyle. “İnşallah o konuda bir gelişme olmuştur” düşüncesiyle, geri aradım Ömer Faruk Bey’i bir süre sonra. Selam bile veremeden, “Kötü bir haber vermek için aramadın değil mi?” diye sorabildim korka korka. Kötüydü haber… koca çınar vefat etmişti… sıkıntılarla hastalıklarla ve bir sürü kırgınlıkla küskünlükle dolu geçen 84 yılın ardından kalbi durmuştu Hoca’nın dün sabah.
Benim Hoca’yla tanışıklığım 2019 yılının sonunda başladı. İsmini duymuştum hemen herkes gibi, bilhassa Mevlânâ ile ilgili görüşleri nedeniyle sosyal medyada ve çeşitli platformlarda seveni de sevmeyeni de çoktu, biraz da bu şekilde haberdar olmuştum kendisinden. Yayıncı dostum sevgili Yasin Topaloğlu, 2019 Aralık ayındaki bir görüşmemizde hocadan bahsedip kendisini ziyarete gideceğini, birkaç kitabı için görüşeceğini söyleyip beraber gitmemizi önerince, hemen ertesi gün Konya’ya gittik birlikte.
2019 kışının soğuk bir bozkır sabahı Konya’ya vardık, doğruca Hoca’nın evine gittik. O güzel tebessümü ve nezaketiyle karşıladı bizi. Sağlıklıydı, zihni fevkalade dinçti 80 yaşının verdiği yorgunluğa rağmen. Konya’nın meşhur Musalla kabristanına bakıyordu evi, balkonda oturup bu tarihi Selçuklu dönemi kabristanına bakıyor, kimbilir belki de oradaki kabirlere kümbetlere bakıp kendi ölümünü düşünüyor, dalıp gidiyordu kimi zaman.
Hoca’yla o ilk görüşmedeki hali bana çok dokunmuştu. Fevkalade geniş bir müktesebat, tarih alanında tam bir otorite mevkiinde tahlil ve tasvir kabiliyeti, edebiyata ve şiire hakkıyla vukufiyet, gençliğindeki medrese ve ilahiyat eğitiminin getirdiği ilahiyat altyapısı… Buna rağmen konuşurken veya anlatırken sürekli bir burukluk vardı Hoca’nın üzerinde, neden olduğunu biraz sonra izah edeceğim.
O gün, yıllar sonra çıkacak ilk kitabının okuma nüshasını kendisine takdim etmeye gitmiştik esasen. Hoca’yla yapılan dost meclisi sohbetlerinin birleştirilmesiyle oluşan bir kitaptı bu: Tarihin Kuyumcusu. Konya’ya giderken yolda yayıncısı Yasin Bey’e bu başlığı biraz iddialı bulduğumu söylemiştim. Doğrusu beş yıl öncesine bakınca ve bu ilk görüşmeden sonra Hoca’yla birlikte ortaya koyduğumuz nitelikli işleri şu an çalışma masamda üst üste görünce, bu sözü söylediğime pişmanım. Hoca gerçekten bir kuyumcu titizliğiyle yapıyordu işini, hükümlerinde bazen sert ve acımasızdı belki, ama kuyumcu titizliğiyle ele alıyordu dokunduğu tarihsel meseleleri. Biraz da bu yüzden tarihe iman meselesi gibi bakanların, geçmiş dönemde yaşamış insanlara sevgi ve muhabbeti itikat esası gibi gören kişilerin saldırısına uğruyordu sıklıkla.
2019’daki o ilk görüşmeden dönerken cidden etkilenmiştim, bu kadar derin bir müktesebat ve söz söyleme gücüyle karşılaşacağımı beklemiyordum. O birkaç saatlik ilk sohbette bahsettiği her şeyde mutabık değildik elbette, kendisine de söyledim itirazlarımı. Ama farklı bir entelektüel vardı karşımda, farklı sahalarda otorite sahibi bir eski zaman âlimi adeta. Bu müktesebat yaşı sekseni geçmiş olan Hoca’yla birlikte kaybolup gidecekti, buna gönlüm razı olmadı.
Hemen dönüş yolunda bir teklifte bulundum yayıncı dostuma: “Mikail Hoca’nın bu değerli birikimini akademik bir perspektifle kayıt altına alalım, birkaç ciltlik bir yayına dönüştürelim.” Hem okuması kolay olsun hem de insanların çok sevdiği ama zehirli magazin meselelerinin dışında, Hoca’nın yalnızca akademik ve entelektüel birikimini ortaya koyalım. 2021’de yayınladığımız Mikail Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram projesi işte bu şekilde ortaya çıktı.
Hemen işe giriştik. Bütün işimi gücümü bir kenara bıraktım, biraz da zamanla yarıştığımı hissediyordum; Hoca’nın zihni dinçse de sağlık durumu pek iyi değildi, elleri titriyordu, çay içerken bile zorlanıyor, basit bir imzayı dahi atamıyordu rahatsızlığı nedeniyle. Konya’dan döndükten bir iki hafta sonra kitap projesi için yol haritamızı hazırladım, önce Konya’ya gidip kendisiyle uzun uzun istişare ettim ne yapacağımızı, nasıl yol alacağımızı, hangi isimler ve hangi tarihsel meseleler üzerinden kitabı inşa edeceğimizi.
Bu proje için aylarca Konya’ya gidip geldim, her gidişimde üç dört gün kalıyor, her sabah Hoca’nın evine gidiyordum ve kendisiyle bazen 7-8 saati geçen uzun mülakatlarda bulunup çalışıyorduk. Bu şekilde projeyi tamamlamak üzereydik ki pandemi günleri gelip çattı. Seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları vs derken çalışmak iyice zor hale geldi. Neyse ki üç ciltlik projenin iki cildini bitirebilmiştik.
Nehir söyleşi tarzında ve yarı ansiklopedik formattaki bu çalışmada, Mikail Bayram’ın kadrajına giren 99 isim ve 99 kavram hakkında özlü fikir ve değerlendirmelerini yansıtmaya çalıştım. Örneğin Ahi Evren, Sadreddin Konevî, Mevlânâ Celâleddin Rumî, Şems-i Tebrizî gibi isimler, Mikail Bayram’ın yaklaşık elli yıldır üzerinde akademik çalışmalar yürüttüğü tarihsel şahsiyetler. Bu isimlerin bir bölümü ise Cengiz Han, Emir Timur, İbn Haldun, Afgânî gibi doğrudan kendi akademik çalışma alanında olmayan ama bir tarihçi olarak değerlendirmesini istediğim şahsiyetler. Keza Mehmed Akif, Said Nursî, Seyyid Kutub, İkbal, Humeyni, Mevdûdî gibi, bir bölümü Hoca’nın dünya görüşü ve fikrî altyapısı açısından önemli yeri olan düşünürleri ele aldık. Örneğin 1960’lı yıllarda Ankara’da, bilahare Necef’te görüp tanıdığı Ayetullah Humeyni’yi anlattı Hoca. Keza bir dönem Nurculuğun içinde bulunması hasebiyle, Said Nursî’den detaylı olarak bahsettik.
Son olarak, Hoca’nın akademisyen olarak yakından tanıma fırsatı bulduğu, kimi zaman çekişip ihtilaflar yaşadığı ilginç bir tarihçi ve ilahiyatçı ekibi mercek altına aldık birlikte. Bu kapsamda hepsini yakından tanıyıp görüştüğü Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Tayyib Okiç, Tâvît et-Tancî, Muhammed Hamidullah, Ebu Ğudde, Zeki Velidi, Abdülbaki Gölpınarlı, Erol Güngör, Abdülkerim Sürûş, Seyyid Hüseyin Nasr, Schimmel gibi değerli isimleri farklı ve bilinmeyen yönleriyle, acı tatlı hatıralar üzerinden anlattı.
Benzer bir bakışla kurguladığımız “99 Kavram” da oldukça çeşitlilik gösteren bir yelpazede, Mikail Bayram’ın tarihsel ve güncel kavram ve hadiselere dair tespitlerini yansıttık. Bu kavramlar içinde Asr-ı Saadet, Emevîler, Abbasîler, Hurremîler üzerinden, büyük kargaşa içinde geçen İslam’ın ilk asırlarını; İran’ın kadim tarihi ve İslamî dönemin hemen başlarındaki çalkantılı asırları (Zerdüştîlik, Avesta, Hodanâme, Mazdekîler, Parisîler vb) ele aldık. Keza İslam’ın İran coğrafyasına giriş sürecinde, İran halkıyla birlikte, eski İranî kavram ve geleneklerin de “İslam’a girmesi” üzerinden “İran’daki İslam ve Şiilik”, ayrıca 1979 Devrimi, velâyet-i fakih, İran-zemin vb kavramlarla da kadimden modern döneme, mukayeseli bir tarih okuması sunmaya çalıştık. Ortaçağ Tarihi ve Selçuklular bahsinde ise; Mevlevîlik, Hurufîlik, Kalenderîlik, Selçukluların siyasi-toplumsal-kültürel kodlarının yanısıra Moğolların bölgedeki faaliyetlerini değerlendirdik.
Nihayetinde, her bir konu başlığı altında [toplam 198 başlık] ve detaylar üzerinde görüş alışverişinde bulunarak, bazı yerlerde müzakere ederek ve tartışarak (hatta mutabık kalmadığımız kimi bölümleri kitaba almayarak) ilgili bölümleri hazırladık. Bunu yaparken, kamuoyunda çok merak edilen magazin konularına girmemeye ve akademik sahada kalmaya özen gösterdik.
Aslında 99 İsim ve 99 Kavram projesinin ardından niyetim, üçüncü bir ciltte Selçuklular Üzerine Ufuk Turu başlığıyla, Hoca’nın Selçuklular üzerine siyasal, ekonomik, kültürel ve dini sahadaki birikimini de ayrı bir nehir söyleşiyle ele almaktı. Lakin Hoca’nın geçmiş yıllardan gelen hastalıklarına ek olarak, korona virüs sürecinde beynine pıhtı atınca sağlığı iyice tehlikeye girdi. Daha önce kullanabildiği otomobilini süremiyor, eşi kıymetli Ayşe Hanım’la birlikte gittiği şehir dışındaki bahçesine artık gidemiyordu, bir süre sonra oturduğu apartman dairesinden aşağı dahi inemez hala geldi.
Bundan dolayı son çalışmayı Hoca’nın da izniyle bir makaleler derlemesi şeklinde yapmayı uygun gördük. Zira hem birkaç dakikadan fazla konuşmaya sağlığı müsaade etmiyordu, hem de bazı detayları hatırlamak zorlaşmaya başlamıştı son aylarında. Geçtiğimiz yıl bir gün Konya’da ziyaretine gittiğimde birlikte kütüphane odasına girdik, bütün eski evrakını ve dosyalarını indirdik. Yüzlerce metin içinden yaklaşık yirmi kadar akademik makalesini birlikte seçip derledik. Ardından bu metinleri yayınevindeki bir arkadaşımız bilgisayar ortamına aktardı ve Hoca’nın bu dünyadaki nihai eseri ortaya çıktı. Son düzenlemeleri yaptıktan sonra kitap taslağını Hoca’ya götürdüğümde gözlerindeki parıltı ve “Sen olmasaydın bu kitaplar da olmayacaktı, hepsi kaybolup gidecekti” sözü, yıllarca süren ilişkimizin benim açımdan buruk bir armağanı olmuştu.
Mikail Hoca buruktu, kırgındı, yorulmuştu… çok tanıdıkları olmuştu ama dostları pek azdı, akademi içinden de dini çevrelerden de yakın çevresinden de çok kimseye hayrı dokunmuştu ama birkaç kişi hariç hep vefasızlık görmüştü. Siyasi ve dini görüşleriyle zaman zaman tepki çekmiş, ilmî polemiklere girmekten ve şöhretli isimlerin yanlışlarını söylemekten çekinmemiş, inandığı şeylerin bedelini ödemekte tereddüt etmemişti. Fikir namusuna sahip bir adamdı Hoca, ama sonunda hem akademinin hem sosyal hayatın hem de kamuoyu ilgisinin taşrasına itilmişti.
İkinci görüşmemizde, 2020 Ocak ayıydı sanıyorum; “Hocam sizin asistanınız talebeniz vs yok mu, sizin bu birikiminiz öğrencilerinizin dikkatini hiç mi çekmedi, neden bunları bu yaşa kadar kayıt altına almadılar?” diye sormuştum. Gerçekten bu işlerle ilgilenmiş öğrencileri varsa onlardan özür dilerim, ama gözleri doldu, “Sen benim tek talebemsin Akif, senden başka bu işlerle ve kitaplarımı hazırlamakla bu kadar uğraşan kimsem olmadı” dedi.
Çoğunlukla Farsça konuşurduk Hoca’yla birebir sohbetlerimizde; ailesi zamanında Hoy’dan Türkiye’ye (Van/Saray) göçmüş Sünni bir aşiretti, üzerinde belki 60-70 yıl emek verdiği bu dili konuşmaktan ayrı keyif alırdı. Hemen her söze uygun bir beyit veya mısra bilirdi. Fars ve Türk şiirinin büyük ustası Şehriyâr ile şahsen dosttu, onun Farsça ve Türkçe şiirlerine nazire yazacak kadar sevgisi vardı ustasına.
Arapça ve Farsçayı hakkıyla bilen, Mevdudî ve İbn Teymiyye’den çeviri yapacak ve şiir söyleyebilecek kadar bu dillere hâkim bir isimdi. Türkiye’de çok nadir görülecek şekilde Sâsânî dönemi Pehlevî lisanını bilirdi, Şehnâme ve eski İran kültürü üzerine sayılı uzmanlardandı. Türkçenin Azerbaycan ağzını ve Kürtçeyi rahatlıkla konuşurdu. Anadolu’daki el yazması kütüphanelerin hangisinde ne olduğunu raf numarasına kadar bilir, bu zengin kaynakları makalelerinde kullanırdı. Ama öğrenmenin sonu yok yine de; “Zamanında bir Batı dilini de öğrenip Avrupa’da tahsil yapamadığım için çok üzgünüm” derdi.
Herkes Mevlânâ üzerine tartışmalı görüşleriyle onu tanısa da 13. yüzyıl Anadolusu’nda siyasi, ekonomik ve kültürel hayat üzerine çok az sayıdaki inter-disipliner ilmî otoriteden biriydi. Esasen bunu hakkıyla ele alan son kitabını neşretmek için didinip uğraşmam da tamamen bundan dolayıydı. Kendisini tanıyıp yanına gidip gelenlerin, çektikleri videolar daha fazla izlensin diye, yaptıkları mülakatlar ilgi toplasın diye, bazı çevrelerde tepki çeken tartışmalı görüşlerini tahrikkâr tarzda gündeme getirmeleri, en başta Hoca’ya saygısızlıktı. Onlara tatlı ve hoş gelse de Hoca’nın o geniş müktesebatının birkaç uyduruk magazin meselesine indirgenmesinde, bu “tıklama avcısı manipülasyonsever güruhun” kabahati çoktur.
Hoca’yı, bu manasız lakırdılarla anılmaması ve bu tür maksatlı yayınlara çıkmaması için müteaddit defalar uygun bir lisanla uyarmıştım, sağolsun itiraz etmedi buna ve son yıllarında iyice kabuğuna çekildi.
Kendisiyle ilgili eleştiri ve itirazları iletirdim Hoca’ya, nezaketle dinler cevaplarını verirdi, ama bunları yazmaya maalesef ve maatteessüf sağlığı elvermedi. Vefatından sonra bu gereksiz magazin ayrıntılarıyla değil, ilmî ağırlığıyla gündeme gelmesini sağlamak içindi benim kişisel gayretim.
Son yıllarda Mikail Bayram imzalı çıkan kitapları yayınlamak için bu niyetle elimden geleni yaptım. İsterim ki genç nesiller ve kamuoyu bu büyük ismi hak ettiği ölçüde tanısın ve bir kısmına benim de katılmadığım polemiklerle değil de, eski zaman âlimlerine özgü bu derin müktesebatıyla onu ansın.
Türkçe, Farsça, Kürtçe ve Arapça şiirlerini Sarâyî mahlasıyla kaleme aldığı Divan’ında neşretmişti. Profesör titrine rağmen zamanın Konya’sında yayıncı bulamamış, bir dijital baskı atölyesinde bastırabilmişti bu divanını, o yüzden hiçbir yerde bulmak mümkün değildi şiirlerini bugün bile. İçime dokunmuştu ona yapılan bu vefasızlık, son aylarında onu da yeniden ele alıp düzenleyip yayınlamıştık. Divan’ındaki bir uzun kasidenin son beytiyle uğurluyorum hocamı.
Geç geldi Sarâyî, bu çorak günlere kaldı
Ah keşke gelseydi O’nun aydınlık çağında
İnşallah samimi bir mümin olarak yaşadığın bu hayatın sonunda, o çok sevdiğin Resul’e komşu olursun Cennet’te sevgili Hocam! Artık çorak günler geride kaldı, mekânın Cennet olsun…