Midemizi Doyurmak Kolay, Nefsimizle Hesaplaşmadan Açlığımızı Nasıl Halledeceğiz?

Yazısında israfı önlemek maksadıyla ekmek gramajında gidilen tasarrufu değerlendiren Hakan Albayrak, kanaatkârlıkla açgözlülüğe de dikkat çekici örnekler vermiş.

Hakan Albayrak’ın konuyla ilgili bugünkü Karar’da (4 Aralık 2017) yayınlanan “Ekmek Gramajı ve Ötesi” başlıklı yazısı şöyle:

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Türk Gıda Kodeksi Ekmek ve Ekmek Çeşitleri Tebliği’nde değişiklik yaparak ekmek gramajlarını yeniden belirledi. Daha önce en düşük ekmek ağırlığı 250 gram ve takip eden aralıklar 50’şer gram artırılarak uygulanıyordu. Yeni düzenlemeyle birlikte en düşük ağırlık 200 grama indirilirken, artırım aralıkları 10’ar gram olarak belirlendi. (Kaynak: Dünya Gazetesi)

Çöpe giden ekmek miktarı Türkiye çapında günde 5 milyon adedi buluyormuş. Yeni düzenlemenin amacı, bu korkunç israfın önüne geçmek. Fazlalık teşkil eden gramlar düşürülürse çöp boylayan ekmek miktarı azalır diye hesap ediliyor.

Bir de, çöpe değil mideye giden fazlalıklar var…

Yıllar evvel başka bir gazetedeki köşemde anlatmıştım, orada okuyanlar için tekrar olacak, kusura bakmasınlar:

Bir grup arkadaş, Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’daydık. Orada nefis bir Türk lokantası var. E bizde de nefis olunca, para da olunca, üç gün boyunca sabah-öğle-akşam o lokantada mükellef sofralar kurdurup önümüze ne geldiyse silip süpürdük. Çorbalar, ön soğuklar, arka sıcaklar, salatalar, tatlılar, gazozlar, çaylar, kahveler...

***

Yarım saat sırf siparişle uğraşıyorduk. Sonra da bir müddet siparişlerimizi tashih ediyorduk. Bir müddet diyorum ama aslında siparişler hiç bitmiyordu. “Bu tas kebabı harika olmuş, bir tabak daha alayım”, “Künefe kesmedi, dondurma da yiyeceğim” falan filan.

Bize hep aynı garson bakıyordu. İnce, zayıf bir Afrikalı. Bir keresinde adamın bize hayretle baktığını hissettim. Hatta acıyarak baktığını. Belki tiksinerek bakmıştır da itiraf edemiyorumdur.

Bir gün Nijer’de beş-altı tane çocuğun mangal partisine şahit olmuştum. Bir balık tutmuşlar, onu güle-oynaya pişirip afiyetle yediler. Sonra da tozu dumana katarak oynamaya başladılar… Yine bir gün Mali’de bir otele yerleşmiştik. Yerleşir yerleşmez ilk işimiz “Yemek var mı?” diye sormak olmuştu. “Var” dedi Afrikalı bir eleman. Pirinç pilavı mıydı neydi, yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz, yanında da hiçbir şey yok, onu gösterdi. Beğenmedik tabii. Gittik bakkaldan dünya kadar nevale aldık, iki saat onları pişirmekle uğrAaştık, otel çalışanları neye uğradıklarını şaşırdılar…

***

Yine bir gün Gana’da Afrikalı devrimci ağabeyim Dhoruba Bin Wahad’ın evine misafir olmuştum. “Sana geleneksel Afrika mutfağının en güzide yemeğini ikram edeceğiz” demişti gururla. Gele gele lapa bir pirinç pilavı gelmişti, o da yağsız-mağsız, tuzsuz-muzsuz, yanında hiçbir şey olmadan…

Afrikalılar işte böyle az yiyor, öz yiyor, sade yiyor ve bununla yetiniyor. Yemeyi abartmıyor, başlı başına bir uğraş haline getirmiyor.

Neyse işte; o çocukların balık sefasını, o oteldeki basit menüyü, Dhoruba Bin Wahad’ın ikramını hatırlayınca, Addis Ababa’daki lokantada masamıza bakan garsondan ve genel olarak Afrikalılardan acayip utandım.

Şöyle dedim kendi kendime: “Afrikalılar mı aç, yoksa biz mi hayvan gibi yiyoruz?”

(Afrika’nın savaş veya tabii felaketlerden muzdarip olan bölgelerinde tabii ki açlık sorunu oluyor, o ayrı.)

 

Yorum Analiz Haberleri

Yılbaşında normalleşen haram: Piyango
Yapay zeka statükocu mu?: ChatGPT'de cevaplar neye göre değişiyor?
Devrim ile derinleşen kardeşlik: Suriye & Türkiye
Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?