Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, "Bazıları etkileri onyıllarca sürecek Sünni-Şii gerilimi etrafında bir soğuk savaş çıkarmaya eğilimliler. Bölgesel bir mezhep gerilimi bütün bölge için intihar olur." demişti. Bu uyarı yerindeydi, gerekliydi.
Ancak yazık ki, atı alan Üsküdar'ı geçmek üzere. Bölgenin tamamında giderek çatışma potansiyelleri aktif hale geliyor. Sadece mezhep müntesipleri arasında değil, farklı din ve etnik gruplar arasında da çatışmalar vuku buluyor. Suriye'deki rejim muhalifi gösteriler, Sünnilerin gözünde "Şii İran ve Nusayri Esed yönetimi"ni ötekileştirmeye doğru evrilirken; Bahreyn'de Şiiler kendilerini kanlı bir şekilde bastıran Suudiler ve Bahreyn emirliği şahsında Sünnileri sorumlu tutup "ötekileştiriyorlar". Birileri Suriye ve Irak'taki Sünnilere "Bakın sizin kanınızı İran'ın ve Şiilerin desteklediği Nusayriler döküyor" derken, Bahreynli ve Iraklı Şiilere de "Sizi Sünniler öldürüyor" propagandasını yapıyor. Tam bir fitne ortamının içine sürükleniyoruz.
Bu nerede sona ereceği belirsiz kargaşa ortamında basiretleri bağlanmış görünen iki devlet ortaya çıkıyor: İran kendini bölgedeki Şiilerin ve hatta Nusayri, Zeydi ve Alevilerin referansı ve hamisi; Suudi Arabistan da Sünnilerin referansı ve hamisi görme eğilimine giriyor. İran-Suud çatışması mezhep çatışmasına dönüşüyor, diğer bölgelerdeki yönetimleri ve mezhep gruplarını taraf olmaya zorluyorlar.
Mezhep çatışmalarının feci halde yorduğu iki ülke Pakistan ve Irak'tır. Aynı dinin koruyucu çatısı altında toplanması gereken Müslümanlar nahak yere ve dinlerinin büyük günah/kesin haram saydığı bir cürümü işleyip birbirlerinin kanını döküyorlar.
Nisan 2011'de Irak Başbakanı Nuri el Maliki, 2006'da başlayan mezhep çatışmalarında 76 bin kişinin hayatını kaybettiğini, 14 bin kişinin kaybolduğunu açıklamıştı. Başka kaynaklar, bu sayının 100 binin üzerinde olduğunu söylüyor. El Maliki'ye göre bunun sebebi "Birilerinin işine geldiği gibi Irak'taki siyasi hayata karışması, belli mezheplere taraf çıkması"dır.
Sadece mezhep çatışmaları değil, "din savaşları" ve etnik gruplar arasındaki çatışmalar da bölgeyi ateş denizine çevirmeye aday. Nüfus yapılarına göre, farklı din gruplarının bulunduğu her ülkede hiç beklenmedik din çatışmaları çıkabilir. Şimdilik en sıcak iki ülke Mısır ve Nijerya görünüyor. Lübnan her zaman potansiyel çatışma alanlarından biri; bu ülke hem din hem mezhep çatışmalarına açık alan durumunda.
Bölge ülkelerinin takip ettiği politikalara, medyaları ve aydınlarının yaklaşımlarına bakıldığında din, mezhep ve etnik çatışmalar duracak gibi görünmüyor. Türkiye dahil her coğrafi bölgede görülebilir. Herkes kendi ülkesinin siyasetçilerini, yöneticilerini ve kanaat önderlerini daha sorumlu olmaya davet etmek durumunda. Bölge ülkelerinin din, mezhep ve etnik çatışmalarda taraf olmaları, çatışmaları kışkırtıp bundan kısa vadeli politik çıkar mülahazalarında bulunmaları, bizim de aynı yolu ve yöntemi kullanmamızın meşru gerekçesi olamaz. Esasında söz konusu çatışmalardan kimse uzun vadeli ve kalıcı fayda da elde edemez; aslolan Anadolu beylikler döneminde olduğu gibi, irili ufaklı beylerin küçük iktidar mülahazalarıyla birbirlerinin gırtlağına sarılması değil, basiret ve feraset sahibi Osman Bey gibi, ortak düşman Bizans üzerinde yoğunlaşmaktır. Mezhep ve etnik çatışmalarda taraf olup bundan ister harici/küresel güçler adına ister dahili/ulusal odaklar adına iktidar ve güç elde edeceğini umanlar, eninde sonunda hem hüsrana uğrayacak hem ülkelerini nahak yere kanlı çatışmaların içine sürükleyeceklerdir.
Türkiye'nin bu konuda herkesten çok hassas, sorumlu, dikkatli ve basiretli tutumlar takınması gerekir. 30 yıldır 40 bin insanın hayatına mal olmuş bir etnik çatışma yaşıyoruz. Sünni-Alevi kışkırtmaları Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas olaylarında can yakmıştır; yani Türkiye hem etnik hem mezhep fay hatları üzerinde olan riskli bir bölge. Giderek bölge politikası içinde "mezhep eksenli" tutum almaya zorlanıyoruz. Bu konuda mezhepçi politikalardan, dış politikayı "kişiselleştirmek"ten ve "sert demeç ve retorikler"den özenle kaçınmak lazım.
ZAMAN