Kur’an’ın “furkan” bir hidayet rehber oluşunu hayatına yansıtamayan anlayışlar, kendi mezheplerinin Kur’an dışı ilkelerini rehber edinmek gibi bir yanılgıya mahkûm olurlar. Rabbimiz özellikle fırkalara bölünmemeyi, fırkalaşıp kendisi dışındakini kâfir görme hastalığına karşı uyarmasına rağmen Muhammed (as)’ın çağrısına cevap veren Müslümanlar da tıpkı Musa ve İsa (as)’ın çağrısına kulak veren eski dönem müslümanların düştüğü çukura düşmüşlerdir: Mezhepçilik!
Musa’nın takipçisi olan Müslümanların bölüne bölüne tanınmaz hale getirdikleri İslâm’ın adı daha sonraları Yahudilik olarak anılmaya başlayacak, İsa’nın takipçisi olan Müslümanların bölüne bölüne tanınmaz hale getirdikleri İslâm’ın adı da Hristiyanlık olacaktı. İtikadda ve amelde farklılaşan bu dindarlar kendi ilahi/beşeri karışımı itikadlarını tek yol olarak gördüklerinden bir süre sonra kendi mezheplerini din edinmeye başlamışlardı. Hz. Musa’nın takipçilerinin Ferisiler, Sadukiler, Karâiler, Samiriler vb. Hz. İsa’nın takipçilerinin Katolikler, Monofizitler, Protestanlar, Ortodokslar vb. mezheplere ayrışmasının ve bu gruplar arasında kan dökülmesinin bir benzerini Hz. Muhammed’in takipçileri yaşıyor yüzyıllardır…
Burada fıkhi ayrıntılardaki farklılıkları kast etmiyoruz. İnançlarda ve kimliklerdeki derin ayrışmayı ve ötekini düşman görebilecek kadar birbirine yabancılaşmayı mercek altına almaya çalışıyoruz…
İşte bu “derin ayrışma ve birbirine yabancılaşma”nın Muhammed Ümmetindeki karşılığı ana hatlarıyla Sünni-Şii çatışmasıdır. Sünni-Şii çatışması Hz. Peygamber’den sonra ihdas edilen ayrı itikad sistemlerinin iki ayrı “Din” haline getirilen iki ayrı bloğun savaşıdır. Sünnilik de Şiilik de “Kur’ân’a rağmen” ayrı inanç sistemleri üretmişler bu ayrı inançlar her ikisinin de İslam’ın aslında kendilerinin tekelinde olduğu geriye kalan ötekilerin sapkın olduğu iddiasına dayanır. Bu mutlakiyetçi “İslam=Mezhep” algısı sadece kendi mezhebinin/dininin çıkarını/maslahatını gözeten bir pratiğe yol açmıştır.
Böylelikle bu iki taraftan her biri diğerine karşı kâfirle işbirliğine gitmekte bir beis görmemiştir. Bu iki taraftan her biri diğerine karşı cehennemlik damgası vurmaktan çekinmemiş, bu manevi terörün yanısıra maddi olarak ta kanı, canı ve malını helal olarak görmekten de çekinmemiştir. Örnek verecek olursak Şiilere karşı Amerika ile beraber olmaktan çekinmeyen Suud’u, Hariri’yi, kimi Körfez ülkelerini hatırlayalım. Örnek verecek olursak Sünnilere karşı Haçlılarla ve Moğollarla işbirliği yapan, günümüzde Irak’ta ve Afganistan’da ABD’yle, Suriye’de kâfir Baas rejimiyle işbirliği yapan Şii önderliğini hatırlayalım…
Mezhep eksenli din inşa etmek, sonra o hurafe dininin ekseninde siyaset izlemek kadar şeytanî bir yol yoktur…
Rabbimiz özellikle şeytanın dindarları birbirne düşürme ve bu yolla sıratul mustakim’den ayırma taktiğini bildiğinden bu konuda Müslümanları uyarmaktadır:
Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir. (Rûm 30/32)
Evet. Mezhep savaşı çıkartan Mezhepçi siyaset öyle bir hal almıştır ki, geçmişte Emevi-Abbasi savaşında, sonrasında Büveyhi Fatımi Safevi Şii saltanat sistemlerinin Sünni saltanata karşı savaşında nice kan dökülmüş, nice ihanet yaşanmıştır.
Bugün bu mezhepçilik savaşımının iki siyaset merkezi olduğunu görüyoruz: Suudi Arabistan ve İran. Suud’un Şii düşmanlığı ile İran’ın Vahhabilik özelinde ürettiği ve farklı tonlarıyla Sünnilerin geneline yaydığı düşmanlık bugün coğrafyamıza ihanet ve katliam olarak yansımaktadır.
Özellikle ’79 İran Devriminden sonra iktidara gelen Şii ruhban sınıfını ideolojik bir düşman olarak gören Suud siyaseti, Şii karşıtlığını sosyal, ekonomik ve kültürel bir strateji olarak benimsemiştir. Bugün bu stratejinin kontrolden çıkan kolları Irak, Afganistan ve Pakistan’da çarşı ve pazaryerlerinde, Şii mabetlerinde ve Kerbela törenlerine karşı düzenlediği canlı bomba eylemleriyle Şii katletmeye devam ediyor.
Şeytan karşı tarafı boş mu bırakıyor? Elbette hayır! Şii ruhban sınıfı tarih boyunca sürdürdüğü çatışmacı kültürünü ’79 Devrimi sonrası iktidara geldikten sonra özellikle 89’dan sonra bir devlet politikasına dönüştürdü. Şiileştirme misyonerliğini bir kültür politikası olarak benimseyen ruhban rejimi Lübnan’da, Suriye’de, Irak, Pakistan ve Afganistan’da açıkça Sünnilere karşı Şiilerin çıkarlarını savundu. Öyle ki bu uğurda ABD işgaline destek verdi, Kafir Baas zulmüne bizzat yardım etti. Lübnan’da Marunilerle bir olup Filistinli bile katletti. Felluce’de ABD askerlerinin öncü kuvveti olarak şehre saldırıp katliamın öncüsü oldu. Öyle ki bugün Suriye’deki firavunu ayakta tutan enformasyon, lojistik ve silah desteği de İran’ın mezhepçi politikası ekseninde şekillenen Afganistan-İran-Irak-Lübnan Bloğunun sayesinde olmakta. Bugün bu mezhepçi blok sayesinde çoluk çocuk yaşlı kadın katliamları işleniyor.
Bugün Suriye’de Şii mezhepçiliği eliyle başlatılan Mezhep savaşının sinyallerini Irak’ta almıştık. Ama Şii mezhepçiliğin Irak-Suriye ihaneti göstermiştir ki Allah’ın Kitabından başka rehberler edinenler, Allah ile aralarına aracılar koyanların amelleri de bir ateş çukuruna yuvarlanmak olacaktır. Takiyye üzerine bina edilen ikiyüzlü Şiici siyaset kardeşler arasındaki ilk hususu yani birbirinden emin olmayı iptal etmektedir. Şii mezhepçiliği Sünni mezhepçiliğini tetiklemektedir. Bu sebeple Bilâd-ı Şam’da Şii Bloğu tarafından yakılan fitne ateşinin en çok Şiilere zarar vereceği, savaşı başlatanların bu savaşı bitiremeyeceklerini hatırlatmakta fayda var.
FİTNE İMTİHANDIR İMTİHANI SALİHLER GEÇER
Halen Suriye’de fıtri haklarını talep etmek için sokaklara dökülen Müslüman Sünni halk, uğradığı bu ihanet sonrası yaşadığı vahşet sonrası Sünni mezhepçiliğini propaganda yapanların etkisine kapılabilir ve boğazları kesilen, bombalarla parçalanan çocuklarının tecavüze uğrayan annelerinin, bacılarının, karılarının intikamı için başka bir tepkiselliğe savrulabilir. Bu insani ama dizginlenmesi gereken tepkinin önüne geçmek ve adaleti tesis etmek ancak sağduyusunu kaybetmemiş akil Müslüman önderler eliyle olabilir.
Bu tip dar geçitlerde rehber olması gerekenlerin de uçlara savrulması tuzun da kokmasını beraberine getiriyor. Şii ulema'da bu konuda ikircikli bir tutum var. Şii ruhban sınıfının bir kısmı İslami vahdet ve birlik mesajlarını dilinden düşürmezken iş başa düşünce bildik uygulamalara devam ediyor. “Vahdetçilik” adeta Şii mezhepçiliğinin cürümlerini örtmek için bir takiyye kalkanına dönüştürülüyor. Şii ulemanın diğer kanadı ise doğrudan sözüyle ve eylemiyle mezhepçiliği körükleyen düşmanlık dilini yaygınlaştırıyor. Sünni ulemada ise Adnan Arur gibi popülist mezhepçiliğin önde gelen isimlerin ağırlık kazanıyor olması endişe verici. Hele ki Yusuf el-Karadavi gibi mutedil isimlerin dahi söylemde mezhepçi uçlara yaklaşması daha da vahim bir durum...
Halen Şiiler ve Sünniler arasında ya da her iki tarafta tanımlanmayan Müslümanlar arasında böylesi öncülerin olduğuna inanmak istiyorum. Bir Ebu Hanife, Bir İmam Zeyd b. Ali, Bir Ali Şeriati, Bir Cemaleddin Afgani arıyorum bugün…
Yoksa Allah’ın gazabının cahilî bölünmeler üzerine olacağını biliyoruz…
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Fırkalara ayrılıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran 3/103)