Tevrat, tarih kitabına benzer ve tarihi tafsilatla doludur. Lakin tarihi konularda mevsuk ve güvenilir midir? En azından insanoğlu veya dünyanın tarihi gibi konularda sağlıksızdır. Kur’an ise Tevrat’la karşılaştırıldığında tarih kitabına benzemez.
Tarihi serdetmez belki ibretleri ve hisseleri üzerinde durur. Yani kıssadan ziyade hisseye ağırlık verir. Tarih konusunda mücmel ama dakiktir. Tevrat ise mufassal olmakla birlikte dakik değildir. Kur’an-ı Kerim’de Nuh Aleyhisselam’ın 950 yıl yaşadığını anlatılır. Lakin Tevrat’a göre insan veya beşer hayatında rekor Tufan döneminden önce vefat eden Nuh Aleyhisselam’ın atası Methuselah’a aittir. Methuselah hafızasıyla darb-ı mesel olmuştur. Mızrak adam anlamına gelen Methuselah, Enoch’un oğludur ve muammer yani uzun ömürlü olmada Nuh Aleyhisselamı da geçmiştir. Tevrat’ın ifadesine göre 969 yıl yaşamıştır ve bu anlamda insanlar arasındaki en büyük ulu çınardır ve en büyük hafıza ona aittir. Lamek, Nuh Aleyhisselam’ın babası ve Methuselah’ın oğludur. Tufan’dan önce yaşamışlar ve Şit Aleyhisselam’ın kavmindendirler. Methuselah darb-i mesel olmuştur zira en uzun ömür ve en büyük hafıza onundur. Haaretz gazetesi yazarlarından Gideon Levy ‘A tale of success and darkness in Iran’ başlıklı yazısında nükleer programı nedeniyle İran’ın vurulmaması gerektiği tezini işliyor. İran’ın vurulmasının akıllıca bir davranış olmadığını yazıyor.
¥
Bunun için de referans olarak Tevrat’a başvuruyor ve İranlıları Methuselah gibi güçlü bir hafızaya sahip olmakla tanımlıyor. Gerçekten de İranlılar Kerbela üzerinden sürekli olarak tarihi güncelliyor, tarihi güncelledikleri gibi tarihi düşmanlarını da güncelliyorlar. İstemedikleri insanları Nasibiler olarak damgalıyor veya tarihi bağ üzerinden giderek Hazreti Hüseyin’in katilleri olarak karalayabiliyorlar. ‘Er Rıza min al-i Muhammed’ diyerekten kendilerine göre maktellerin intikamını alıyorlar. Yazar Gideon Levy “İranlıların hafızaları güçlüdür ve bir eylemle tarihi intikamlarını üzerimize çekmeyelim” diyor. Bu durumun muhtemel sonucunu iki kelime ile özetliyor: Ne unuturlar ne de affederler (will neither forgive nor forget). Yazarın ifadesine veya Ali Şeriati’nin (insanın dört zindanı) ifadesine göre, onlar tarihin zindanında yaşıyorlar. Ehud Barak, İran’ın, nükleer tesislerini vurmanın karşılığında rövanş alması veya karşılık vermesi halinde İsrail’den ancak 500 civarında kayıp olacağını ve bunun da göze alınabilir bir rakam olduğunu söylemiş. Yazar, Ehud Barak’ın bu tezine karşı İranlıların tarihi hafızasını gösteriyor. ‘Kayıplar az bile olsa tarihi düşmanlık körüklenir’ demek istiyor.
¥
Makam veya boyut farkı olmakla birlikte, İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırısı ihtimali veya buna karşı geliştirilen argümanlara bir benzeri Türkiye’nin Suriye trajedisine müdahalesi ihtimali karşısında da dillendiriliyor. Son sıralarda bilen de bilmeyen de, ilgilisi de ilgisizi de ‘Suriye’de ne işimiz var’ türünden mesajlar veriyor. Mesela Fikret Bila koro halini aksettiren bir yazı yazmış: Bu Türkiye’nin savaşı değil! Genellikle yazarların tamamı bu görüşe katılıyor. Arapların ifadesiyle her çoğunluk müennes olması hasebiyle çoğunluk veya koro hali pek de mühim değil. Zaten tehlikeli olan ezber halidir. Bugünlerde yazarların hepsi ulusalcı mantığı çalışıyor. Bir de üzerine Mustafa Kemal veya ‘yurtta sulh cihanda sulh’ tamlaması eklediğinizde aykırı sesleri susturmuş oluyorsunuz. Bu yazar çizen takımı gerçeği böyle zannediyor. Neyse. Haber Türk Kanalında konuşan eski Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış da Gideon Levy’nin mantığına teslim olmuş. Anlaşılan aralarında bir telepati vukua gelmiş. Ezcümle şunu söylemiş: Arapların Araplarla kavgası unutulur ama Türklerle Arapların kavgası unutulmaz. Binaenaleyh Türkiye askeri müdahalede yer almasın. Burasını kimse Irak’la karıştırmasın. Irak’ta Batı’nın savaşı vardı burada ise Suriye halkının kimsesizliği ve yalnızlığı var. Ahlaki kefe ve meşruiyet meselesi çok farklı. Ulusalcılar farklı cephede olduklarını sansalar da Batı burada ulusalcılardan yana.
Bu yaklaşım tarihin seyrine aykırı bir mantıktır. Türkler bölgenin ve Ortadoğu’nun yabancısı değildir. Bu yabancılaşma Fransız Devriminin getirdiği kültürel atmosferin ve tortuların bir sonucudur. Aynı mantığı mikro düzeyde de savunmak mümkündür. Türkler gibi Araplar da vaktiyle kendi kendileriyle savaşmışlar. Kabileler birbirlerini düşman bellemişler. Dolayısıyla bazen mikro düşmanlıklar da üretilmiş. Burada kesinlikle insani ve ahlaki bir misyon var. Türkiye tek başına değil ama Arapların olurunu almak kaydıyla ve müştereken bunu yapabilir ve yapmalıdır da. Esasında Suriye meselesinin bu kadar uzamasının temelinde de bu ayağını geri çekme hali vardır. En iyi ihtimalle rejime sadakatini sürdüren askerlerin sayısı 30 bini geçmiyor. 300 binlik ordu çözülecek anı gözetliyor. Onların esaretini çözecek bir denge hareketine ihtiyaç vardır. Rahatımız bozulmasın demek çözüm değil ve bu anlayış insana rahat yüzü de göstermez. Her devirde Yeniçeri mantığı ve istemezükçülük ayağımıza pranga oluyor. Mesele Bediüzzaman’ın dediği gibidir: “Musibet şerr-i mahz olmadığı gibi, bazen saadette felaket olduğu gibi, felaketten dahi saadet çıkar.”
YENİ AKİT