Meşrûtiyet krizi ile çöken meşrûiyet

Mümtazer Türköne

Karmaşık görünen siyasî olayları basitleştirip anlaşılır hale getirmek için futboldan örnekler verme konusunda Emre Aköz'ün üstüne yoktur. Onun benzetmelerinden ilham alarak, Anayasa Mahkemesi'nin kararını şöyle tasvir edebiliriz: Eski ve yeni seçkin takımlarımız arasında maç devam ediyor. Eskiler yaşlı, hantal, beceriksiz.

Yeniler genç, dinamik, atak ve işi biliyorlar. Doğal olarak Yeniler açık ara ile önde. Maçın sonucundan herkes emin. Seyirci, estetik peşinde. Birden kimsenin beklemediği bir şey oluyor. "Hakem, eskilerin takımını alenî olarak tutmaya başlıyor" diyeceksiniz. Hayır, Hakem ayağına topu alıp futbolcu gibi eskilerin takımında oynamaya başlıyor. Yan hakemler de ona katılıyor; hatta saha komiseri de. Çıkacak birden fazla sonuç var: Birincisi maç hakemsiz oynanıyor. İkincisi, ortada kural diye bir şey kalmıyor. Üçüncüsü, seyrettiğimiz şey futbol olmaktan çıkıyor. En kötüsü de, başka çare olmadığı için maç devam ediyor.

Tek bir harfin ayırdığı "meşrutiyet" ve "meşrûiyet" kavramları hep birbirine karıştırılır. "Meşrûtiyet" "şart" kelimesinden türemiştir. Mefhum olarak, şarta, yani kurallara bağlı yönetimi, bildiğimiz anayasalı devlet yönetimini ifade eder. "Meşrûiyet" ise "şeriat"in de geldiği "şer" kökünden gelir. Mefhum olarak çok özel ve çok önemli bir anlamı olan "meşrûiyet" kelimesi, devlet iktidarının toplumun rızasına ve onayına dayanmasıdır. Halkın kendisi üzerinde otoritesi olan devlete gönüllü olarak itaat etmesine, onun koyduğu kurallara ve yaptıklarına benimseyerek uymasına meşrûiyet denir. Toplumun onay ve rızası bir mutabakat olarak, devlet iktidarına haklı olmanın gücünü kazandırır. Bu mutabakat şartlarda, yani kurallarda somutlaşır ve kurallar bütününe anayasa denir. Anayasal düzeyde ortaya çıkan bir kriz mutabakatı aşındırır ve devlet iktidarının arkasındaki meşruiyet çöker. Gözümüzün önünde sürmekte olan maçın bizde, meşrûtiyet krizi ile çöken meşrûiyet tablosu hissi uyandırmanın sebebi işte bu.

Aksayan, işe yaramayan, mutlaka yenilenmesi gereken eski mutabakat bile artık devlet iktidarının sınırlı ve sorunlu meşrûiyeti olmaktan çıkıyor. Karşımızda güçlü bir koalisyon halinde direnen üç bürokratik kurum var: Yüksek yargı, Derebeylik düzeninde işleyen Üniversite yönetimi ve bir türlü demokratik standartlar içine yerleştiremediğimiz Ordu. Halbuki çağın icapları gereği bu üç kurumun da köklü bir şekilde değişmesi lâzım. Üniversite düzeni bilim üretemiyor, ekonominin yetişmiş işgücü ihtiyacını karşılayamıyor. Yüksek yargı, rejim bekçiliğine soyunup ideolojik bir kimlik edinirken, hukukun üstünlüğü prensibinden uzaklaşıyor ve evrensel hukukun yerleşip gelişmesine sed oluşturuyor. Yargı bağımsızlığı ile adil ve tarafsız yargılama arasındaki ilişkiyi kuramaması; mutlaka köklü bir reforma tabi tutulması gerektiğini gösteriyor. Ordumuzun siyaset üzerindeki vesayeti dışında ciddî yapısal sorunları var. Dünyada artık eşi ve benzeri kalmayan Soğuk Savaş yıllarına özgü organizasyon yapısından sıyrılıp operasyonel bir nitelik kazanması, bunun için ise güçlü bir yapısal reformdan geçirilmesi gerekiyor. Üç alanda da esaslı bir yapısal reform ihtiyacına karşı aklın ve tecrübî bilginin bize gösterdiği değişmeyen evrensel hakikat ise çarpıcı: Hiçbir bürokratik kurum kendi iradesi ve dinamikleri ile değişmez. Çünkü bürokrasi, yerleşmiş çıkar dengeleri demektir. Tersine elindeki bütün imkânları değişmeye direnmek, yani kurumsal çıkarlarını sürdürmek için kullanır. İşte Türkiye'nin yaşadığı meşrutiyet krizinin arkasında, değişimden rahatsız olan bu bürokratik iktidarların direnci duruyor.

Maç yine de devam ediyor. Hakemlerin iştiraki eskilerin takımının aradaki farkı kapatmasına yetmiyor. Her şey seyircinin gözleri önünde ve küçük bir ayrıntı gözden kaçmıyor. Maçı iptal edecek ve yenilerin takımını hükmen mağlup ilan edecek hakemler, eski takımda top koştururken nasıl bu kararı verecekler?

Meşrûtiyet kaybının tek çaresi yeni bir meşrûtiyet arayışıdır. Çünkü eninde sonunda kararı seyirciler verecektir.

Zaman gazetesi