Ulus-devletler kurulduğunda, bu yeni oluşumun insanlığı özgürlük ve eşitlik açısından daha ‘ileriye’ taşıyacağından herkes emindi. Gerçi sonradan ortaya çıktığı üzere ulus kavramının homojenleştirici yönü, bireysel ve grupsal farklılıkları bastırdığı ölçüde, faşizan bir yönetime de son derece açıktı. Ama buna rağmen, kendilerini liberal konuma oturtan düşünürler bile ulus-devlet formatına karşı çıkmadılar. Sadece bu devlet yapısının demokrasi ile bütünleşmesini istediler. Liberal perspektif altında ‘demokrasi’ esas olarak iki öğeyi içeriyordu: Yasama, yürütme ve yargı arasında kuvvetler ayrılığı; ve seçimle iktidara gelip giden iktidarlar...
Bu sadece dengeleri kollayan ve toplumsal taleplerin siyasete yansımasını sağlayan bir düzenek değildi. Aynı zamanda istikrar ve barışı garanti edecek bir başka dengeyi de oluşturmayı hedeflemekteydi. Söz konusu hedef ‘meşruiyet dengesiydi’... Çünkü ulus-devletler potansiyel olarak iki farklı meşruiyet üzerine oturmakta. Bir yanda toplumsal tercihleri taşıyan ‘sosyolojik’ meşruiyet var. Diğer yanda ise, ulus-devletin kurucu mantığını taşıyan ‘ideolojik’ meşruiyet... Liberal düşünürler buna kendi ideolojik bakışlarının uzantısı olan ‘evrensel değerleri’ ekleyerek ona bir tür hakemlik işlevi verdiler. Böylece esas mesele sosyolojik ve ideolojik meşruiyetin uyum içinde tutulması ve herhangi bir gerilim söz konusu olduğunda da evrensel değerlere, yani somuta indirgendiğinde evrensel hukuka müracaat edilmesiydi.
Öte yandan ulus-devlet formatının çok sorun yaratacağı da sanılmıyordu. Sonuçta ulus-devlet bir ulusun, yani zaten kendi devletinin ideolojisi etrafında homojenleşmiş bir halkın devletiydi. Dolayısıyla da toplumsal taleplerin devletin ideolojisi ile çelişme ihtimali zayıftı. Olası talepler genellikle farklı sosyal kesim ve sınıflar arasındaki ‘sosyoekonomik’ çıkar farklılıklarını yansıtacak ve bunlar da siyaset ve hukuk sayesinde çözümlenebilecekti.
Batı dünyası kendi ideolojisinin esnekliği sayesinde bu dengeyi yaşattı. Devletler zamanın ruhuna uygun olarak kendilerini değiştirmeyi bildiler. Oysa sosyalizmi benimsediği söylenen Doğu blokunda devletler değişen zihniyete adapte olamadılar. Zaman içinde sosyolojik meşruiyet ile ideolojik meşruiyet arasındaki mesafe açıldı ve bu rejimler kaçınılmaz sona doğru gittiler. Çünkü toplumların zihniyet dönüşümlerini engellemek mümkün değil. Buna direnmenin tek olası sonucu, direnenlerin tasfiyesidir.
Türkiye bu açıdan da Batı ile Doğu’nun ortasında duruyor. Devlet baskı rejimini günlük hayatın her alanına kadar sokmamış olsa da, bunu toplumun önemli bir bölümünü siyasi kararlardan tecrit ederek sağlıyor. Değişmeyen bir resmî ideolojiyi vatandaşlığın kıstası haline getirirken, bunu sağlama işlevini kaybeden iktidarları da darbe ile ‘ehlileştiriyor’. Garip bir beklenti, ama Türkiye’de ‘devlet’ toplumun her türlü değişim imkânına rağmen resmî ideolojiden uzaklaşmamasını istiyor. Ne var ki toplumlar zamanın ruhunun dışında kalamazlar... Nitekim bizde de sosyolojik meşruiyet ile ideolojik meşruiyet arasındaki mesafe giderek telafi edilemez bir biçimde açıldı. Çözüm, devletin ideolojisinin radikal bir biçimde değişmesidir. Aksi halde rejim kendi tasfiyesine doğru yürüyüşünü sürdürür.
Sosyolojik ve ideolojik meşruiyetin temsilcileri günümüz siyasi geriliminin de asli taraflarını oluşturuyor. Baykal artık tamamen rejim savunuculuğuna kenetlenmiş gözüküyor. Geçen hafta içinde söylediği üç laf son derece öğretici oldu... Önce parti kapatmaların aynen Batı’daki gibi parlamento kararı ile olma ihtimalini ‘ciğeri kediye teslim’ olarak değerlendirdi. Yani Baykal’a göre Meclis’teki partiler kategorik olarak kötü niyetli ve suça eğilimliler. Parlamento onların önüne atılmış bir ‘ciğer’ gibi durduğuna göre bu kurumun dışarıdan denetlenmesi gerekiyor. Bu bakış Meclis çoğunluğunun, yani sosyolojik meşruiyetin anlamsız, hatta tehlikeli görüldüğünü ima ediyor. Denetleyenin ise tabii ki yargı olması lazım, ama bu yargının Baykal’a göre belirli bir niteliği var. Nitekim Erzincan Başsavcısı’nın tutuklanmasını CHP lideri şöyle açıklamış: “Cumhuriyet kanunlarını uyguladığı için sanık oldu.” Kastedilen şey, Meclis’in, bugünün Türkiye’sinin değil ‘Cumhuriyet’in’, yani resmî ideolojinin kanunlarıdır. Baykal’a göre yargı, söz konusu ideolojinin savunuculuğunu yapmak durumunda ve Meclis’in çıkardığı hükümet de buna uymadığı için potansiyel suçlu konumunda... Baykal’ın ideolojik meşruiyete bağımlılığını gösteren işaretlerden biri de “Türkiye’de zaten bir darbe tehlikesi olmadığı için askerler tutuklanıyor” sözüydü. CHP Başkanı darbe delillerini görmek, Genelkurmay’ın darbe planını kabullendiğini duymak istemiyor anlaşılan... Askerlerin tutuklanmaması için gerekenin ne olduğunu da böylece söylemiş oluyor: Darbe yapılması. Bunun bir tasfiye süreci olduğu belli ve Baykal tasfiye olmaya hazır, yeter ki ‘ideolojik’ olsun, geriye şanı kalsın.
Geçen hafta ilginç bir konuşma da AKP milletvekili Ömer Çelik’ten geldi. Darbe planı yapmanın vatana ihanet olduğunu savunan Çelik, “milli iradeye sahip çıkmak namusun icabıdır... Bir şeyin muhtıra olması onu yayınlayana değil, muhatabın tavrına bağlıdır... ‘Türkiye’nin kendine özgü şartları var’ denilerek hukuk devleti anlayışının ve demokrasinin geliştirilmesi çabalarına set çekilmesine izin verilemez” diye konuştu. Burada açık bir biçimde sosyolojik meşruiyetin ve aynı zamanda evrensel değerlerin sahiplenildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bir kıskaç yaratılıyor ve resmî ideolojinin gayrı meşru alana ötelenmesi mümkün hale geliyor. Sorumluluk ise tabii ki zamanın ruhunda bulunacak değil... Sorumluluk, kadük hale gelen bir resmî ideolojide direnmeye çalışanlardadır. Önümüzdeki soru basit... Acaba nasıl oluyor da evrensel değerleri ve zamanın ruhunu savunmak bir AKP’liye kalabiliyor? Acaba CHP’den niçin bir tane bile Ömer Çelik çıkmıyor? Laik kesim bu tür soruları iyi düşünmeli, çünkü tasfiye süreçleri bazen sosyolojik sonuçlar da üretir.
TARAF