Günümüzde meselelere yaklaşımda yapılan önemli hatalardan biri, insan unsurunu hesaba katmadan, yeni kanunlar çıkarma veya hukukla her meselenin hallolacağının sanılmasıdır.
Oysa sadece hukukla hayat olmaz; hukuk, insanlararası münasebetlerde genel hakların ve karşılıklı vazifelerin sınırlarını çizer ve hak ihlalleriyle vazife ihmallerinde uygulanacak müeyyideleri belirler. Hayat, elbette bu sınırların içinde yaşanacaktır; fakat bu sınırların içinin dolması gerekmektedir. Bu sınırların içini dolduran ise yaratılıştır, fıtrattır, tekvinî Şeriat'tır; temelini fıtrat veya tekvinî Şeriat'ın oluşturduğu örf veya ma'ruftur.
İslâm hukuku veya fıkıhtan bir misal verecek olursak: İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre, zengin kadın, fakir kocasına zekât verebilir; çünkü ailede kadın ve erkek, hukuken malî bağımsızlığa sahip iki ayrı varlıktır. İmam-ı A'zam ise, "Birbirinize karılıp katıldınız." (Nisâ Sûresi/4: 21) İlâhî beyanından da hareketle, zengin kadının fakir kocasına zekât veremeyeceğine fetva vermiştir. Bu iki fetva da elbette İslâmîdir ve doğrudur. Birinci fetva, hukukî olandır; ama bu fetvanın dayandığı hukukî esasla, ailede olması gereken sıcak hava tam teşekkül edemez. İmam-ı A'zam efendimizin fetvasının dayanağı olan âyet ise fıtratın, ma'rufun ifadesidir. Aile ve ailede geçim gibi ferdî ve içtimaî bütün insanî hayat, hukukun çizdiği sınırlar içinde, bu sınırların içini dolduran fıtrat, yani örf veya ma'ruf üzerinde yürür; hukuk, genellikle münkere sapılmasının, yani fıtrata, tekvinî Şeriat'a, ma'rufa muhalefetin sebep olduğu hak ihlalleri ve vazife ihmallerinde yaptırım sahibi olarak da devreye girer.
Aynı İslâm'ın aynı konuda, fakat uygulama sahalarının ayrılığından dolayı farklı iki hükmüne kaynaklık eden hukuk ve fıtrat (tekvinî Şeriat veya ma'ruf) münasebeti, özellikle Türkiye gibi halkı Müslüman ülkelerde ayrı bir önem kazanmaktadır. Çünkü İslâm, bütün dinler ve sistemlerdeki güzellikleri, onlardaki bütün ışığı kendinde barındırırken, başka din ve sistemler, İslâm'daki bütün güzelliklere sahip değildir. Bu bakımdan, başka dinlerden çıkanlar, bozulmuş süte benzer ve daha başka dinlerde ve/veya sistemlerde ışık bulabilirler. İslâm'dan çıkan ise bozulmuş tereyağına benzer; İslâm dünyasının fâsığı, rahatça günah ve suç işleyebileni de, başka dinlerin fâsıklarına benzemez. Her şeyden önce, başka bir din veya sistemde ışık bulamaz; ayrıca, kural tanımaz ve kuraldan hoşlanmaz, sefih ve anarşist olur. Onu başka bir din veya sistem de, gerektiği gibi eğitemez; kendine bende edemez. Onu ancak İslâm gerektiği gibi eğitir; İslâm, bir yandan nihaî müracaat mercii olarak hukuku vaz ederken, diğer yandan, iman, ibadet, davranış ve karşılıklı münasebet (muamelât) ve ahlâk esasları ve düsturlarıyla insanı fıtrat istikametinde eğitir ve bu eğitimiyle karakter inşa eder. O, insanı sadece psişten ibaret bir varlık olarak da ele almaz; insan ne ise o, yani her biri pek çok iç mekanizmalardan müteşekkil beden-nefis, ruh ve zihinden müteşekkil ve irade ile serfiraz kılınmış komple bir varlık olarak ele alır, eğitir ve tatmin eder.
İşte bugün, bütün problemlerimizin kaynağında, kaç asırdır İslâm'a sırt dönmemiz yatmaktadır; dolayısıyla onun iman, ibadet, muamelât ve ahlâk düsturları temelinde eğitime ve karakter inşaına şiddetle muhtacız. Bu eğitim olmadığı içindir ki, insanımız ve toplumumuz her bakımdan yozlaşmakta, sosyal dokumuz gittikçe yırtılmakta, şehircilikten mimariye, sanattan siyasete, trafikten piyasaya bütün ferdî ve içtimaî hayatımız kaos manzarası arz etmektedir. Bu durumda demokratikleşme ve AB yolunda atılan adımlar da, kaosu ve yozlaşmayı daha da artırıcı fonksiyon icra edebilmektedir.
"Kürt meselesi"ni çözmede de sözünü ettiğimiz çerçevede bir eğitim hamlesi hayatî önemi haizdir. Dili, inancı, ırkı, tarihi, kültürü, içtimaî-siyasî-ekonomik dokusu farklı 120'den fazla ülkede başarılı olan Türk okulları, tezimizin ispatıdır.
ZAMAN