Mesele sadece tekfircilik değil aynı zamanda usulsüzlük, hadbilmezliktir

Söz konusu olan Allah’ın dini ise her aklımıza geleni de din budur diye anlatamayız. Yoksa kendi arzularımızı önce kendimiz din zanneder, sonra da insanlara din budur diye dayatırız.

Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesindeki yazısı:

Tekfirciliğin Haricilerin özelliği olduğunu söyledikten sonra bir önceki yazımızı; ‘tekfire karşı çıkmak makbul ve masum olmak için yeterli midir?’ sorusu ile bitirmiştik:

Önce bir usul belirleyelim: Tekfircilik azîm bir hata olduğu gibi tevili mümkün olmayacak şekilde açık küfür olan bir sözü isteyerek söyleyen, ya da böyle bir fiili isteyerek yapan birisini Müslüman saymak da hatadır. Tekfir konusu çok hassas olduğu için bunu anlatanlar şu kurallara dikkat çekerler:

‘Bir sözün yüz tevilinden doksan dokuzu onun küfür olduğunu gösterse, sadece biri öyle olmayabileceğine delalet etse böyle bir sözden dolayı kimse tekfir edilemez’.

‘Küfre nispet etmedeki hata, imana nispet etmedeki hatadan daha büyüktür’. Tevili varsa biz mümin diyelim de varsın o hakikatte kâfir olmuş olsun.

‘Bir sözün ya da fiilin bizatihi kendisinin küfür olmasıyla, sahibinin kâfir olması ayrı şeylerdir’. Onun için ‘küfür sözler’ bahislerinde zikredilen sözler ve fiillerle bizzat şahıslar tekfir edilemez.

‘Kişiyi imana sokan ne ise, onu imandan çıkaran da ancak onu inkâr etmektir’.

‘Tevil eden tekfir edilemez’.

‘Lazım-ı kavil kavil değildir’. Yani filancanın sözünden şu lazım gelir, o halde o bunu söylemiş olur denemez.

İmdi bugün tekfirciliğin tam karşıtı olan keyfilik ve usulsüzlükten söz edeceğiz ve yüzlerce meselede olduğu gibi bununla da görmüş olacağız ki, İslam gerçekten ortayoldur.

Keyfine göre serbest atış yapan bazı Müslümanlar şöyle bir savrulmuşluğu yaygınlaştırmak ister gibidirler: Cihatçı ve tekfirci akımlar, Haricîlik, Selefîlik ve benzerleri farklı düşünmenin önünü tıkıyorlar, bize tahammül etmiyorlar. Oysa İslam’da engin bir hoşgörü ve düşünce özgürlüğü vardır. O halde ben düşündüklerimde serbest olmalıyım, bana kimse karışmamalı. Karışırsa bağnazdır, hoşgörüsüzdür, yobazdır, nobrandır vb.

İşte tekfir ve tahkir ucuna karşı böyle bir uca savrulmak da mukabil bir aşırılıktır, keyfilik, usulsüzlük ve nobranlıktır. Önce bu hoşgörü edebiyatının her yönüyle bize uymayacağını belirtelim. Açıkça bâtıl ve yanlış olan bir şeyi Müslüman hoş göremez. Biz bunu ancak düşünene ve düşünmeye saygının ifadesi olarak sabır ile karşılarız, sineye çekeriz, müsamahalı oluruz ve yanlışı ‘en güzel yolla’ ortadan kaldırmaya çalışırız. Ama müsamaha hoşgörü demek değildir.

Serbest düşünmeye gelince, doğrudur, düşünürken her ihtimali hesaba katarak düşünmek zorundayız. Aksi halde İslam’ın bize tanıdığı düşünme özgürlüğünün bir anlamı kalmaz. Ama söz konusu olan Allah’ın dini ise her aklımıza geleni de din budur diye anlatamayız. Yoksa kendi arzularımızı önce kendimiz din zanneder, sonra da insanlara din budur diye dayatırız. Dinin objektif bir sınırının olması gerekmez mi? Düşünme ayrı, yanlışı reklam etme ayrı şeydir.

Allah’ın iradesiyle vazedilen İslam diye bir din varsa o herkesin sorumsuzca usulsüzce ve serbestçe konuşup aklına geleni İslam budur demesine izin verir mi? Bu da tekfirciliğe mukabil bir garabet ve had bilmezlik değil midir? Böyle olsa Allah’ın gönderdiği din din olarak kalır mı? Bu savrulmuşluğun pek çok sebebinden biri şudur: Bir din ya da düşünce ancak yaşandığı ortamda doğru anlaşılabilir. Oysa biz bugün bir İslam anlayışı ile değil, kozmopolit bir kültürün çöplüğünden topladığımız bilgilerle düşünmekteyiz.

İslam kendini koruma ve savunma mekanizmasını da beraberinde getirmiş ve güçlü olduğu zamanlarda bunu başarı ile uygulamıştır. Önce Kuranıkerim kendi ayetlerini ‘muhkem’ ve ‘müteşabih’ diye ikiye ayırmış, çokanlamlı demek olan müteşabihlerin ancak muhkemlere uygun olarak anlaşılabileceğini bildirmiş, böyle yapmayıp onların teviline tutunanları fitneciler olarak açıklamıştır. Allah’ın bir tek ayetine bile inanmamanın küfür olduğunu söylemiştir. Akide ve ibadet konularında, yani aklın alanı olmayan konularda sahabenin ittifak ettiği hususları kabul etmeme küfür sayılmıştır. İman esasları ve özellikle de Allah’ın sıfatları konusunda bu ittifakın dışına çıkanlara ehli bidat, ehli dalalet denmiştir. Daha da ileri gidenler tekfir edilmese bile zındık, batınî, rafizî gibi vasıflarla ana gövdenin dışında tutulmuştur. Bunlara bağlı olarak icma, Medine Ehli’nin ameli, müttefekun aleyh, cemaat, sevad-ı azam, zarurat-ı diniye gibi kavramlarla ana gövde korunmuştur. Bu belirlemeler kişisel içtihatlar değildir, bu yol umumen müslümanların yoludur. Müslümanların yolundan ayrılanları Allah tehdit etmiştir.

Demek ki, mesele sadece tekfircilik değil aynı zamanda usulsüzlük, had bilmezlik ve savrulmuşluktur.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı